
sanat,edebiyat, kurmaca, sanat, eleştiri
Havva AĞRAL

Miskinler yine Miraç Bey’in peşindeydi. Birinin adı Avrupalı İbrahim’di. Sonradan çok sefalete düştü, ne üzerindeki takım elbisesi ne de Avrupalılığı kaldı. Gün geçtikçe yağdan parlayan takım elbisesi gibi Avrupalılığı da soldu gitti. Karşıdan kızı gelse tanımazdı. Kardeşi Şerefe Hasan, ağabeyine inat sarışındı. Gerçekten kardeş miydi bunlar diye düşünülecek kadar benzemezlerdi birbirlerine. Kısaca Avrupalı kardeşler mahallenin başının belasıydı. Daha önce eski lakabı Şerefsiz Hasan, bu lakap üzerine çok kavga çıkardığından artık Şerefe Hasan olarak seslenilirdi.
Bazen de Şerrrefe! diye Şerefsize yakın tutarak söylüyordu mahalleli bu lakabı. Tarık Bey, alt balkondan tüm bu patırtıyı izledi. Sonra içeri geçip insanları düşünmeye koyuldu. İnsan, bir şeylerin bozulmasından da haz alıyor. Vakitlerini donuk bir şekilde, sadece bir şeyler izleyerek öylece harcayıp geçebiliyorlar. Tuhaftır, kendisi mecbur kaldığı bu serüvenden bile haz almayı öğrenmişti. İnsanlar günlerce dişlerinin sararmasını aynada izler, günlerce duş almayıp, kendine has vücut kokularını içlerine çeke çeke yaşarlar. Yanlarından geçemezsiniz. Bedenindeki temizliği bozup çürük et gibi kokana kadar yaşayanlar. Bu kardeşler mesela. Düzenlerini, sonra da bedenlerini bozarken, dışarıya “Beni böyle gör, böyle de kabul et” bakışları fırlatan iki kardeş. Babalarının, çocukken döve döve rakı içirdiği, ama babalarına inat bir düzen kurmaya çalıştıkları hayatlarını, alkol ile yine de bozan bu kardeşler, kendi babalarının tekrarı olmaktan haz mı duyarlar? Kendilerini lime lime harcarken etraflarına da saygısız ve kayıtsızdırlar. Tarık Bey kendisini de düşündü.
Arka bahçede akşamsefalarını ve akasya fidanlarının önce yapraklarını hırsla yolup, sonunda söküp atarken, düzenli yaşam formlarını nasıl bozduğunu, yok ettiğini düşündü. Her şeyin bozulduğu bu yeni serüvende, nizami akşamsefalarına yer yok. İçindeki anlamsız öfkeye, yeni bir misafir gibi kalbinde yer açıyordu. Öğle saati akşam gibi oluverdi. Sabahtan beri sadece kabuğuna çekilmeyi düşünüyordu. İnsanların günlük kıyametleri onu ilgilendirmiyordu. Kendi bozgunlarını kendilerine yaşatan insanlara üzülmese daha iyi ederdi. Kabuğuna çekilmenin bir sınırı var mı? Kabuğunda bile boşluklar bırakacak kadar tüm varlığını küçülterek çekilmek. Etrafından yara kabuğu gibi kalın deriden bir örtü düşündü. Kabukta potluklar ve kırış kırış bir elbise gibi. Kendi silikliğinin kokusunu duymak gibi. Gök gürlüyordu. Havada yüksek bir gerilim vardı. Şiddetli sesler duyuluyordu. Dar bir kapanın havasızlığında, kendine dönük hayal perdesinden nefes çekmeyi düşledi. Bozgunlar, kabuklar birbirine çarpıyor dışarıda. Ne tuhaf ilişkileri var insanların. Sömürüyü bilse de, kandırılsa da aynı kişiler, konforun yağlı katmanında aynı yılışık merhabalar, yağmurdan kaçıyor, kendi bozgunlarına siniyorlardı. Orada yine bir şeyleri kaptırmanın, bozgunun huzurunu, yalandan öfkesini seviyor gibiydiler.
Bazılarının çığlıkları, bıkkınlıkları gerçektir.
Miskinler alışkındır tekkesine, yorgundurlar ve yenilikleri göze almaya niyetleri yoktur. Kendi tinselliğinde şeffaf bir ayna arandı Tarık, saçlarını darmadağın, gözlerinin altını mor bulmak istemiyordu. Oğlunun isteklerini karşılayamayan bir baba, aşağıya doğru bir çekilme. Artık zengin baba yok. Ama bu aynalarda da uyuşuk bir sokağa bakıyordu. Mesnetsiz, meskensiz hayaller ve silüetler amaçsızca oturmuş, dükkân önlerine tabure atmış, boşluk konuşuyorlardı. Hiçlik içiyorlar, masumiyetleri bozup sarıp tüttürüyorlardı. Köpekler ulumaya başladı. Daha sık şimşekler çakıyordu. Tarık başını uzatıp bakmıyordu bile. Belki miskinleri sel götürmüştür. Belki Miraç Hoca nihayet niyetlerini yıkamış, eski tamburunun akordunu düzeltmiş, yeni besteler yapıyordur. Belki arabesk rap denilen şu zımbırtıyı yıkar bu sular. Müziklerin ve kulakların içini dışını yıkayan bir yağmur olsa, bu kıyametten başka bir beste türeseydi. Bıçkın küfürler de çamurlu sulara batıp kalacaktır. Gün ışıyınca doğa küffarı da bağrına basacaktır. Tabi ya, bütün bozgunlar doğanın bağrına dönme arzusu olmalıydı.
Kendi düşsel beklentisi kendinde yankı bulmuş, sebepsiz sevinçle balkonu gören pencereye yöneldi. O ara telefon çaldı. Oğluyla konuşurken sesinin yarı uykulu haline şaşırdı. Hâlbuki uyku uğramamıştı bugün. Belki tansiyon diye düşündü. Oğlu gönderdiği para için teşekkür etti. “Sen nasıl idare edeceksin?” diye soruyordu. “Biraz zor ama imkânsız değil,” dedi Tarık. Uzun zamandır oğlunun hep bir şekilde idare ettiğinin farkındaydı. Zorlanışlı bir konuşma haliydi. Yağmur sıkıntısı kafasının içinde ağırlık mı yapıyordu? Neyim var? Epeyce üzüntülü, kırgın telefonu kapattı. Tansiyonunun düştüğünü hissediyordu. Gözleri karardı. Aman tanrım o da ne? Nasıl bir şey bu Avrupalı İbrahim ve Şerefe Hasan kardeşler sırıtarak balkona doğru bakıyorlardı. Ama ne tuhaf! Hiç kıpırdamıyorlardı. Balkonun karolarına baktı. Su içindeydi. Balkona yağmur dolduracak kadar şiddetli bir yağmur ne zamandır yağmıyordu.
Havada tuhaf bir şey sezinliyordu. Sanki hava ses olmuş, bir cızırtı vardı. Ve mahallede herkes donmuştu. Köpek dehşet içinde kalmıştı. Tüyleri tek tek ayaktaydı ve artık ulumuyordu. Ama ağzından bir şeyler akıyor gibiydi. Elini balkon demirine değdirdiği an anladı ki tüm sokağı elektrik akımı kaplamıştı. Bu insanlar, o köpek, bütün mahalle elektriğe kapılmıştı. Ve bir an sıçradığında tüm bunların bir kabus, bir halüsinasyon olduğunu anladı. Sırıtan Avrupalı kardeşler, gözleri yuvalarından fırlamış kanıyordu. Ama değilmiş. Ayakta rüya görmek ama niye? Kendine gelmeye çalıştı. Sessizlikte oturuyordu öylece. Hava kararıyor muydu? Saat kaçtı? Ayağa kalksa yeniden bir başka düşün içine düşer miydi? Bu miskinler mahallesinde neyin kıyametine düştü? Miraç Hoca’yı arasam mı diye geçirdi aklından.

Koskoca Müdür
Gonca BORÇA
Bayılıyorum bunu yapmaya, her sabah ağaca günaydın dermiş gibi. İnce çorap, lacivert jile ve beyaz gömlek lisemizin kıyafeti, saçlarımı örerdim uzunken ama bu sene kestirdim “tavuk götü” modeli diyorlar. Dilimde Sezenin şarkısı “Hadi bakalım kolay gelsin bir acayip zor yarış, bana ne aman ben anlamam pek hesaplı ince iş”
Kocaman bir çınar ağacının altındaki durakta yine aynı tiplerle beraberiz. Rüzgar ağacın dallarını oradan oraya savurup, durağın çatısına çarptırıyor. Bir Günaydın atıyorum ortaya! Köşedeki ayakta duran kolej montlu, yüzü azcık sivilceli, sürekli walkmen dinleyen ergen çocuk gülümsüyor. Hiç konuştuğunu duymadım ama kulaklarım yanıltmıyorsa rock müzik sevdiğine eminim. (Sanırım dinlediği Şarkı Bon Jovi’nin “Wanted Dead or Alive”, bu şarkının başlangıç tınısını nerde olsa tanırım. Her ne kadar 90'lar Pop la anılsa da Rock’da o dönemlerde zirvede idi bana göre).
Gülizar (biz ona İşgüzar diyoruz nedenini sonra anlatacağım) ve kocası kafa sallıyor, günaydın demeye tenezzül etmeden. İkisinin de bir yerlerden emekli olduğunu biliyorum, yan apartmanda oturuyorlar, her sabah nereye gidiyorlar acaba derseniz, Gayrettepe’de oturan torunlarına bakmaya gidiyorlarmış. Adam biraz frenlese de kadın baskın bir karakter, gerekli gereksiz konuşuyor.
En sevdiğim Selen ablam da geliyor durağa. Onlarla altlı üstlü oturuyoruz. Bizim üst katımızdalar. Yine çok şık giyinmiş, kıvırcık saçları şapkasının kenarlarından fırlamış, tatlı gamzeleri, muzip gülüşüyle bana doğru geliyor. Sabah neşesi diyorum kendisine, hep gülen yüzü ile yine neler anlatacak bana. Günaydın der demez “Sezen Aksu’nun yeni kasetini dinledin mi” diyor, “dinlemez miyim defalarca” diyorum.
-Bir Liseyi bitirsem saçlarımı uzatıp, perma yaptıracağım bir de eyeliner çekip halka küpeler takacağım tarz bu aralar böyle ha bir de kırmızı ruj. İyi olur değil mi?
- Çok yakışır sana, bir de blazer ceket giy
-Herald yani! diyorum o zamanların racon laflarından biri. Tabi demek.
Selen ablamla duraktakilere isim takmaya bayılıyoruz. Hatta bu alışkanlığımızı mahalleliye de uyguluyoruz bazen. Gülizar teyzeye İşgüzar, kocası Altan amcaya da Somurtan gibi. Üstelik son heceleri kendi isimleri ile aynı. Somurtan amcanın güldüğünü daha henüz görmedik, hayatın bu kadar ciddi olduğu düşüncesi bile yorucu. İşgüzar kelimesini ise yeni öğrendim, gereği yokken kendini göstermek için işe karışan kimseye deniyormuş. Gülizar teyze kendi ismini buldu dedim.
İşgüzar teyze ve Somurtan amca günün ciddiyetini takınmış, duraktaki bankta, neye kime bulaşsak da akıl fikir versek tadında bakışıyorlardı ki. İşgüzar teyze duramadı, Selen ablama sesini duyurarak atıldı.
-İşyerine mi gidiyorsun Selen’cim? pek şıksın yine, gidiyorsun geliyorsun birini bulamıyorsun be kızım, yaş kaç oldu senin?
-İşe gidiyorum Gülizar Teyze, 26 yaşındayım.
-E artık vakti diyor, geç bile kalmışsın.
Evlilik için geç kaldığını ima ettiğini anlıyoruz tabi. Köşedeki Ergen kılıklı çocuk gülmeye başlıyor. Sonra tekrar takıyor walkmen’in kulaklıklarını, ritim tutmaya başlıyor, ayak parmaklarıyla. Bu sefer sanırım Gun’s in Roses dinliyor.
-Neye geç kaldık teyzeciğim, otobüse mi? Bak geldi 11M hadi ben biniyorum yakaladım, diyor Selen abla dalga geçerek.
Sonra bana dönüp “bıktım bu patavatsız kadından bir de kürk mantosunun içinden angora kazağını mahsus çıkarmıyor mu, sinir oluyorum, altın dişli İşgüzar” diyor…
Otobüste en arkaya gidiyoruz, iki boş koltuk bulup çöküyoruz hemen. Cemal’den bahsediyor
-Dün mektubum geldi, benimki yazmış dört sayfa mektup, dersler ağırmış zorlanıyorum ama aklım sende diyor. Canım ya nasıl özledim şimdi.
-A Cemal’den mektup mu yine, ne zaman geliyor?
-Yaza tabi ki, okul kapanınca
İşgüzarla kocası yanımızda beliriyorlar, İşgüzar atlıyor yine bize laf atmaya, “verme şuna cevap, duyma” diyorum ama. Selen ablam kıramaz kimseyi.
-Ne okumuştun sen Selen’cim? Ha bileyim de etrafımızda kız arayan birileri varsa önereyim seni
Selen ablamın beti benzi atıyor bir an, baktım beyaza çalmış suratı.
-Muhasebe okudum 2 senelik Gülizar teyzecim ama hiç tasalanmayın arkadaşım var yurtdışında okuyor. Şu an koca aramıyoruz.( Offf yapıyor suratıyla, İşgüzar yine duramadı).
Yine bir Akşamüstü Selen ablanın annesi Naciye teyze ayağında ev terliği, kafasında teneke bigudileriyle bize inmiş, anneme yana yakıla Selen ablamı şikayet ediyor. O teneke bigudiler her hareketinde şıngırdıyor, sallanıyor, bu hararetli konuşmaya eşlik ediyor sanki. (Aklıma Seyyal Taner’den Naciye şarkısı geldi. Naciye Çıktı Sahneye Naciye Naciye. diye söyleniyorum). Naciye teyze anlatmaya devam tabi.
-E bu kız benim kalbime indirecek komşum sorma, içgüveysinden halliceyim işte. Bu Cemal denen çocuk bizim kızla dalga mı geçiyor anlamadım vallahi. “Bak kızım Selen dedim, aldım önüme, ben senin yaşındayken sen beş yaşındaydın ve kardeşine de hamileydim. Sen daha uzak diyardaki adamla yazışıp duruyorsun ha bire. Ne olacağı belli değil bu işin, pek hoşuna gidiyor, gülüp eğleniyorsun da. Ben istikbalini düşünüyorum evladım” dedim diye anlatıyor.
Selen ablam eğlenceli neşeliydi hep, sanırım görücü gelmiş onlara da palyaço kılığında çıkmış eğlenmiş. Yine bir iş dönüşü mahallenin çocukları ve ben, yakaladık onu takıldık peşine, bize leblebi tozu ve çokoprens aldı bakkaldan. Bakkal takıldı Selen ablama “yaş kaç oldu kız, kocaman oldun artık, nişan düğün yok mu oynayalım ” dedi. (Bakkal pek de severdi Türkü söyleyip oynamayı, ona da Oynak Bakkal ismini taktık). Ben de pek çocuk sayılmam ama çocuklarla çocuk oluyorduk işte. “Aşıksın sen aşıksın” diye bir şarkı vardı onu söyleyip takıldık peşine, bizim apartmana kadar yürüdük birlikte.
Apartmanımız dört katlı, güzel ve geniş balkonları olan, çam ağaçları ile çevrili. Apartmana girdiğimizde asansörün kapısında bir grup komşumuz ile karşılaştık yine; Selen ablam sakız çiğniyordu sonra bana da verdi bir tane, sakızın içinden “Aşk Budur” diye karikatürler vardı, bak okuyayım sana dedi. “Aşk Sevdiğini Beklemektir” diye okudu. Okumasıyla beraber. Birden Naciye teyze atıldı ortaya ve hiddetli bir sesle cevap verdi. (Naciye çıktı sahneye, naciye naciye şarkısı yine devreye girdi bende)
-Neyi kimi beklemekmiş yahu, Aşk neymiş ki, seven insan kimseyi bekletmez de beklemez de…
Meğer bir kulağı da bizdeymiş. Konuyu zaten biliyormuş gibi kafasını sallıyordu en alt kattaki Türkan hanım. Biz kendisine Salça diyorduk her lafa karıştığı için. 0 da Naciye teyzenin kafasındaydı. Kız kısmı çok fazla bekletilmez ya davulcuya varır ya da çalgıcıya, kızını dövmeyen dizini döver gibi beylik laflar etti. (İşte sizce de Salça ismi Türkan dan daha uygun değil miydi kendisine?)
Tek kurtuluş, mutluluğun tek anahtarı evliliğe kitlenmişti. Ben ise oldum olası alışamamıştım bu bakış açısına. Bir erkeğe hayat sigortası olarak bakmayı hiç kendime yakıştıramadım. Selen abla hiç bir şey söylemedi ben ise atıldım ortaya.
-Ben hiç evlenmeyeceğim anne dedim, Doktor Hacer teyzem gibi ömür boyu bekar kalacağım. Bize dayatılan hayatları seçmek zorunda mıyız acaba?
-Saçma sapan konuşma dedi bana annem.
Bu sabah da önlüğümü aceleyle giydim. Jilenin üzerine hep giydiğim baklava desenli Shetland süveterimi giymedim, fırlayıp çıktım evden. Baharın ılık havası hoşuma gitti. Kapının girişindeki hanımeli kokusu geldi burnuma. Çam ağacının altında yatan apartmanımızın kedisi “Garip” ayağıma dolandı. Annemim çıkarken elime tutuşturduğu salamlı sandivici verdim, bayıla bayıla yedi.
Otobüs durağına vardığımda bizim tayfa olduğu yerde duruyordu, dün sabah bıraktığım gibi. İşgüzar ve Somurtan bankta konuşlanmış yine Dünyayı kurtarıyorlar, ergen Sergen ayakta, kulağında walkmen, kafa sallamakta, sesi kulağıma gelmekteydi. (Muhtemelen bu defaki şarkı Metallica’dandı. Bu grubun bateristine hastayım, hele o elindeki bageti havada döndürmesi yok mu, içimdeki tüm kelebekler uçuşuyor o an)
Selen ablam ise çiçekli bir gömlekle boru paça kot pantolon giymiş, ayağında mavi renkte espadrillerle bana bakıp gülümsüyor, güneş Çınar ağacının yaprakları arasından sızıp yüzümüze tatlı tatlı değiyordu.
Bir 'günaydın' saçtım ortaya, kim alırsa alsın üstüne. İçimde nedensiz bir bahar sevinci. Kimi gülsün, kimi cevaplasın diye. Selen ablam havada kaptı yine. Günaydın deyip, gözleriyle parmağını gösterip gülümsedi bana. Mavi taşlı bir yüzük vardı parmağında, pat diye yanağımdan öptü sonra.
-Hayırdır dedim, sana da Günaydın. Akşam sizin evden bangır bangır İzel çalıyordu, “Of aman denizleri aş da gel kurbanın olam, kurtar beni buralardan ne olur”. Kim bu denizleri aşması gereken Cemal mi yoksa?
Selen ablam da gülümseyerek,
"O zaman şimdi de Avuç içi kadar mutluluk yeter” diyorum. Bu da Fatih Erkoç’tan sana gelsin, dedi.
Tam ben yüzüğü soracaktım ki benden önce İşgüzar teyze atladı lafa yine.
-Günaydın kızlar, Pek sevinçlisin Selen’cim hayırdır.
Selen ablam yarı utanarak yarı sevinçle “Cemal” dedi hani demiştim ya yurtdışında okuyan arkadaşım “şey, bana yüzük göndermiş de en sevdiğim mavi renkte”
-Ha senin uzatmalı mı bu Cemal, “ismi var kendi yok” dedi. İşgüzar altın dişlerini göstere göstere güldü kendi kendine.
Sonra döndü kocasına “alıp böyle ucuz yüzükleri oyalıyorlar kızları işte, takamıyor ki bir alyans, yazık”
Ergen çocuk bile gülemedi sinirlendi bu lafa, suratını astı birden. Taktı kulaklıklarını çekildi köşesine. (Bu sefer Erkin Koray’dan “Fesuphanallah” dinliyor gibi geldi ya da ben öyle hissettim, uydurmuş olabilirim. Babaannem bir şeye şaşırır ya da kızarsa bu şekilde söylenirdi çünkü).
Selen ablam duydu mu diye baktım yüzüne. Bembeyaz olmuştu yüzü, sanki duvar gibi. İçim bir fena oldu. Tam arkasını dönüp sert bir şey söyleyecekti ki.
“Hişt hişt Sakin ol, sinirlerine hakim ol” deyiverdim birden. (Aklıma Sakin ol şarkısındaki Sertap’ın tepeden toplu kızıl saçları, Uzay Hepari ve Levent Yüksel’in beraber oynadıkları klip geldi, Sezen Aksu gelinlikle, Neslihan Yargıcı, Mithat Can dans ediyor). Yoksa ortalık alevlenecek her şekilde kabak bize patlayacak, saygısızlıkla suçlanacaktık. Bu patavatsız lafları yemek zorundaymışız gibi.
Sevgiyle verilmiş bir hediyeye ancak bu kadar kötümser yorum yüklenebilirdi. Ne ben ne de başkaları onaylamadık bu duruşu. Yüzüme sert bir ifade vererek ters ters baktım kadına. Hiç hoş değil dedim yarı mırıldanır, yarı duyururcasına. Ben de birkaç kez görmüştüm Cemal abiyi, öyle kötü birine benzemiyordu asla. Hep el ele yürürlerdi, apartman kapısına gelince giderdi sonra.
Otobüsümüz geldi işte ben öğrenci atıyorum onlar tam bilet. Şöför ile de samimi olduk bazen biletim kalmayınca otobüstekilerden istiyorum. Bizim otobüs şöförümüz herkese Günaydın der, kimi cevap verir, kimi vermez. Günaydın liseli der bana da takılır durmadan, ben de onu bozamam hakikaten komikmiş gibi sırıtır geçerim. Selen abla çok uzun arar bileti cüzdanından. O da “civciv çıkacak kuş çıkacak” diye söylenip zevzeklik eder. Tuhaf esprilerinden dolayı kendisine de Mükremin abi adını taktık. Selen ablanın cüzdanına bakarken resmi görüp “kim bu yakışıklı?” diye sordu birden. “Cemal! Benim ki yani” deyiverdi. Yürüdük geçtik. Bir daha bitirmedi tabi. Nerde seninkisi diye diye…
Kısa zamanda herkesin diline yapışmıştı bu aşk. Cemal aşağı, Cemal yukarı. Kapıcı Süleyman abi bile apartmanı köpüklerle yıkıyor, pırıl pırıl kokutuyorken bir yandan da konuşmalara kulak misafiri oluyor, yorum yapmadan duramıyordu. Zaten ona da Noter ismini taktık, her şeye onay vermesinden dolayı. Kıza sataşmayan, bu aşkla eğlenmeyen, dalga geçmeyen insan kalmamıştı mahallemizde. Naciye teyze de sanki bütün bunlara çanak tutuyor gibiydi. Söyleyin söyleyin akıllansın diyordu. Yani konu komşuya konuşma malzemesi çıkmıştı işte, bilen bilmeyen atıp tutuyordu.
Yaz sonunda gelmişti, yasemin kokuları ile de en alt kattakinden gelen kızartma kokuları havaya karışıyordu. Bizler balkonlarda çaylar demleyip, kasetçalarda 90’ların yeni çıkan albümlerini dinliyor, bazen de gevezelik ediyorduk. Yok, Şeytan Rıdvan’mı Kral Tanju’mu? Levent Kırca’nın politikacıları taklitlerine gülmece eğlenmece. Mükremin abi replikleri.
Son zamanlarda Selen ablayı hiç görmüyordum. Kapıda sokakta hemen selam verip geçiyor, muhabbete girmiyor. Sabahleyin durağa gelmeyip, taksiye atlayıp işe gidiyordu. Hatta asansörü bile beklemiyor, yürüyerek merdivenleri inip çıkıyordu. Yüzünü gören cennetlik diyelim. Geç kalmıştı bizim apartmandaki dedikodu çetesine mesafe koymak için ama bunun için çabalıyordu belli. Yaz sessiz sedasızdı. Apartman boşalmış, kimi memleketine, kimi yazlığına oraya buraya gitmişti. Naciye teyzeler, biz, bir de en alt kattaki Türkan kalmıştı apartmanı bekleyen. Bazı geceler yukarıdan tartışma sesleri, bazen müzik, bazen de iskambil kağıtlarının şak şak sesleri geliyordu, muhtemelen iskambil falı bakıyordu. Cemal sanırım -ki eminim öyle- bu yaz gelmemiş. Ne muhabbeti var ne de anısı. İsmi cümle içinde bile kullanılmıyor. Bu akşam ne bahçede ne de balkonlarda kimsecikler yoktu, Selen ablamdan öğrendiğim iskambil falına baktım ama dilek tutmuyorum dedim. Tuttum aslında, “en sevdiğim müzik grubu Türkiye’ye gelecek mi” diye ama söylemedim. Dedikodu çetesine kurban gitmeyelim.
Akşamüstü bahçede yan apartmandaki arkadaşlarla saklambaç oynadığımız bir gün, Selen ablam işten geliyordu. Havalı siyah bir arabadan indi. Şu yeni çıkan markalardan biriydi, (Ford Taunus o zamanın iyi arabalarındandı) araba köşede bıraktı onu ve gitti. Bu arabayı sık sık görmeye başladım. Müdürü İhsan beymiş, Sabah da o almaya geliyordu. Kır saçlı hafif göbekli bir adam. Çok iyi adam diyordu Naciye teyze, geçenlerde biraz midesi bozulmuş hemen gelip hastaneye götürmüş arabasıyla. Selen ablama da iki gün izin vermiş annesiyle ilgilenmesi için. “Koskoca müdür evimize kadar gelip halimi hatırımı sordu ne iyi insan” diyordu. Kapıcımız Süleyman abi de yine apartmanın taşlarını bir güzel köpürtüp yıkamış bir yandan da kafasını sallayarak lafa karışıyordu, “valla kibar insan doğrusu taşları kirletmeyim diye üstünden atlayarak geçti kibar insan kibar, görgülü adam” .E biz boşuna Noter demiyoruz ona tasdik etmek en önemli işi aslında.
O gece balkondaki kanepeye uzanıp mehtabı izliyordum. Koskoca bir dolunay vardı gökyüzünde. Gece gece bir yanık kokusu ve bir çıtırtı sesi duydum. Kafamı azıcık uzatıp bahçeye doğru bakınca, Selen ablamın bir teneke kutusunun içinde bir şeyler yaktığını gördüm. Söylene söylene tenekenin içindeki alevlere mektupları atıyor, sonra da gözlerini siliyordu. Hiç görmemiş gibi yaptım. Mehtabı seyretmeye devam ettim. Sonra yukarıdan tıkırtılar gelmeye başladı ve yine Sezen imdadına yetişmişti onun. Gece yarısına kadar “Vazgeçtim” şarkısı başa alınıp alınıp dinlendi. Tabi ben de dinledim tekrar tekrar.
Vazgeçtim gözlerinden, vazgeçtim sözlerinden bir ah de yeter. Sessizce kimsesizce gönderdim dudaklarımı öpme al yeter.
Okullar açılmıştı artık, sabah serinliğinde evden çıkıyor, otobüse gidiyor ve yine aynı kişilerle sabah mesaisine başlıyorduk. Ama Selen ablam yoktu artık, gelmiyordu. Sabahları onun yüzünü görüp neşelenemiyorduk. Konuşacak fazla bir şey kalmamıştı duraktakilerle. Kedimiz Garip geliyordu bazen, moww deyip yatıyordu. İşgüzar ile Somurtan çifti sataşacak kimseyi bulamıyor, kendi kendilerine konuşuyordu. Ergen Sergen’de kabuğuna çekilmişti. Ben ise kimseye bulaşmadan içimden şarkılar söylemeye devam ediyordum. Gülümse, hadi gülümse bulutlar gitsin, yoksa ben nasıl yenileyeceğim, Hadi Gülümse, belki şehre bir film gelir, bir güzel orman olur yazılarda, iklim değişir, Akdeniz olur Gülümse.
Bu güzel sonbahar akşamında, eve dönerken bahçemizdeki ağaçlardan dökülen sarı, kırmızı yaprakların arasından yürümek bana hem bir hoşluk hem de bir hüzün veriyordu. Sallana sallana girdim eve, Blue Jean dergisi almıştım onu açtım. İçinde en sevdiğim grubun solistinin posteri vardı odamın duvarına astım. İki de rozet hediye etmişler, birini kot montuma taktım. Naciye teyzenin sesi geliyordu. Mutfakta annemle konuşuyorlardı.
“Adam iyi adam, sorumluluk sahibi, değerli insan, Selen de bundan iyisini bulamaz zaten, maaşı kendine yetmiyor. Koskoca Şirketin Müdürü, hali vakti yerinde, vaktiyle kısa bir evlilik yapmış boşanmış, görmüş geçirmiş insan, ailesi düzgün, yaşlılar ama bakılacak durumları yok. Dün akşam yüzükleri taktık, 18’ine gün almışlar, hepinizi nikaha bekliyoruz.”
Bundan sonra herkes sustu. Naciye teyze sustu, teneke bigudileri de öyle. Selen ablam sustu. İşgüzar sustu. Somurtan kocasıyla fısır fısır konuşması da sustu. Noter sustu. Ergen Sergen zaten başından beri susuyordu. Mükremin abi sustu. Oynak Bakkal sustu. Salça sustu. Annem sustu. Ben sustum. Hepimiz bir araya gelip sustuk.
Kafamda deli sorular soramıyorum, kim kimi seviyor, kimle kim anlaşıyor, herkes mutlu mu, bilmiyorum.
Nikaha gittik, tebrik ettik, altınımızı taktık, evimize geldik. Bütün apartman sustuk.
