
sanat,edebiyat, kurmaca, sanat, eleştiri
Havva AĞRAL

Miskinler yine Miraç Bey’in peşindeydi. Birinin adı Avrupalı İbrahim’di. Sonradan çok sefalete düştü, ne üzerindeki takım elbisesi ne de Avrupalılığı kaldı. Gün geçtikçe yağdan parlayan takım elbisesi gibi Avrupalılığı da soldu gitti. Karşıdan kızı gelse tanımazdı. Kardeşi Şerefe Hasan, ağabeyine inat sarışındı. Gerçekten kardeş miydi bunlar diye düşünülecek kadar benzemezlerdi birbirlerine. Kısaca Avrupalı kardeşler mahallenin başının belasıydı. Daha önce eski lakabı Şerefsiz Hasan, bu lakap üzerine çok kavga çıkardığından artık Şerefe Hasan olarak seslenilirdi.
Bazen de Şerrrefe! diye Şerefsize yakın tutarak söylüyordu mahalleli bu lakabı. Tarık Bey, alt balkondan tüm bu patırtıyı izledi. Sonra içeri geçip insanları düşünmeye koyuldu. İnsan, bir şeylerin bozulmasından da haz alıyor. Vakitlerini donuk bir şekilde, sadece bir şeyler izleyerek öylece harcayıp geçebiliyorlar. Tuhaftır, kendisi mecbur kaldığı bu serüvenden bile haz almayı öğrenmişti. İnsanlar günlerce dişlerinin sararmasını aynada izler, günlerce duş almayıp, kendine has vücut kokularını içlerine çeke çeke yaşarlar. Yanlarından geçemezsiniz. Bedenindeki temizliği bozup çürük et gibi kokana kadar yaşayanlar. Bu kardeşler mesela. Düzenlerini, sonra da bedenlerini bozarken, dışarıya “Beni böyle gör, böyle de kabul et” bakışları fırlatan iki kardeş. Babalarının, çocukken döve döve rakı içirdiği, ama babalarına inat bir düzen kurmaya çalıştıkları hayatlarını, alkol ile yine de bozan bu kardeşler, kendi babalarının tekrarı olmaktan haz mı duyarlar? Kendilerini lime lime harcarken etraflarına da saygısız ve kayıtsızdırlar. Tarık Bey kendisini de düşündü.
Arka bahçede akşamsefalarını ve akasya fidanlarının önce yapraklarını hırsla yolup, sonunda söküp atarken, düzenli yaşam formlarını nasıl bozduğunu, yok ettiğini düşündü. Her şeyin bozulduğu bu yeni serüvende, nizami akşamsefalarına yer yok. İçindeki anlamsız öfkeye, yeni bir misafir gibi kalbinde yer açıyordu. Öğle saati akşam gibi oluverdi. Sabahtan beri sadece kabuğuna çekilmeyi düşünüyordu. İnsanların günlük kıyametleri onu ilgilendirmiyordu. Kendi bozgunlarını kendilerine yaşatan insanlara üzülmese daha iyi ederdi. Kabuğuna çekilmenin bir sınırı var mı? Kabuğunda bile boşluklar bırakacak kadar tüm varlığını küçülterek çekilmek. Etrafından yara kabuğu gibi kalın deriden bir örtü düşündü. Kabukta potluklar ve kırış kırış bir elbise gibi. Kendi silikliğinin kokusunu duymak gibi. Gök gürlüyordu. Havada yüksek bir gerilim vardı. Şiddetli sesler duyuluyordu. Dar bir kapanın havasızlığında, kendine dönük hayal perdesinden nefes çekmeyi düşledi. Bozgunlar, kabuklar birbirine çarpıyor dışarıda. Ne tuhaf ilişkileri var insanların. Sömürüyü bilse de, kandırılsa da aynı kişiler, konforun yağlı katmanında aynı yılışık merhabalar, yağmurdan kaçıyor, kendi bozgunlarına siniyorlardı. Orada yine bir şeyleri kaptırmanın, bozgunun huzurunu, yalandan öfkesini seviyor gibiydiler.
Bazılarının çığlıkları, bıkkınlıkları gerçektir.
Miskinler alışkındır tekkesine, yorgundurlar ve yenilikleri göze almaya niyetleri yoktur. Kendi tinselliğinde şeffaf bir ayna arandı Tarık, saçlarını darmadağın, gözlerinin altını mor bulmak istemiyordu. Oğlunun isteklerini karşılayamayan bir baba, aşağıya doğru bir çekilme. Artık zengin baba yok. Ama bu aynalarda da uyuşuk bir sokağa bakıyordu. Mesnetsiz, meskensiz hayaller ve silüetler amaçsızca oturmuş, dükkân önlerine tabure atmış, boşluk konuşuyorlardı. Hiçlik içiyorlar, masumiyetleri bozup sarıp tüttürüyorlardı. Köpekler ulumaya başladı. Daha sık şimşekler çakıyordu. Tarık başını uzatıp bakmıyordu bile. Belki miskinleri sel götürmüştür. Belki Miraç Hoca nihayet niyetlerini yıkamış, eski tamburunun akordunu düzeltmiş, yeni besteler yapıyordur. Belki arabesk rap denilen şu zımbırtıyı yıkar bu sular. Müziklerin ve kulakların içini dışını yıkayan bir yağmur olsa, bu kıyametten başka bir beste türeseydi. Bıçkın küfürler de çamurlu sulara batıp kalacaktır. Gün ışıyınca doğa küffarı da bağrına basacaktır. Tabi ya, bütün bozgunlar doğanın bağrına dönme arzusu olmalıydı.
Kendi düşsel beklentisi kendinde yankı bulmuş, sebepsiz sevinçle balkonu gören pencereye yöneldi. O ara telefon çaldı. Oğluyla konuşurken sesinin yarı uykulu haline şaşırdı. Hâlbuki uyku uğramamıştı bugün. Belki tansiyon diye düşündü. Oğlu gönderdiği para için teşekkür etti. “Sen nasıl idare edeceksin?” diye soruyordu. “Biraz zor ama imkânsız değil,” dedi Tarık. Uzun zamandır oğlunun hep bir şekilde idare ettiğinin farkındaydı. Zorlanışlı bir konuşma haliydi. Yağmur sıkıntısı kafasının içinde ağırlık mı yapıyordu? Neyim var? Epeyce üzüntülü, kırgın telefonu kapattı. Tansiyonunun düştüğünü hissediyordu. Gözleri karardı. Aman tanrım o da ne? Nasıl bir şey bu Avrupalı İbrahim ve Şerefe Hasan kardeşler sırıtarak balkona doğru bakıyorlardı. Ama ne tuhaf! Hiç kıpırdamıyorlardı. Balkonun karolarına baktı. Su içindeydi. Balkona yağmur dolduracak kadar şiddetli bir yağmur ne zamandır yağmıyordu.
Havada tuhaf bir şey sezinliyordu. Sanki hava ses olmuş, bir cızırtı vardı. Ve mahallede herkes donmuştu. Köpek dehşet içinde kalmıştı. Tüyleri tek tek ayaktaydı ve artık ulumuyordu. Ama ağzından bir şeyler akıyor gibiydi. Elini balkon demirine değdirdiği an anladı ki tüm sokağı elektrik akımı kaplamıştı. Bu insanlar, o köpek, bütün mahalle elektriğe kapılmıştı. Ve bir an sıçradığında tüm bunların bir kabus, bir halüsinasyon olduğunu anladı. Sırıtan Avrupalı kardeşler, gözleri yuvalarından fırlamış kanıyordu. Ama değilmiş. Ayakta rüya görmek ama niye? Kendine gelmeye çalıştı. Sessizlikte oturuyordu öylece. Hava kararıyor muydu? Saat kaçtı? Ayağa kalksa yeniden bir başka düşün içine düşer miydi? Bu miskinler mahallesinde neyin kıyametine düştü? Miraç Hoca’yı arasam mı diye geçirdi aklından.

“Birinci Yeni ve İkinci Yeni Şiiri Bir Olanaktır…*
Şair Haydar Ergülen ile Söyleşi:
Mesut ŞENOL


“Birinci Yeni ve İkinci Yeni Şiiri Bir Olanaktır…*
Şair Haydar Ergülen ile Söyleşi: “Şiirlerimi Cemal Süreya ile çok yakıştırırlar. Ama beni en çok etkileyen şair Ece Ayhan’dır…”
Mesut Şenol -Günümüz Türk şiirinin temel akımlarını konuşmak isterim. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin belli başlı akımlarını, kademelerini nasıl açıklarsın?
Haydar Ergülen -Cumhuriyet dönemi şiirimizin iki akımı var. Bir tanesi çok kalıcı olmuş. 1940’lardaki Garip kitabıyla birlikte çıkan Garip Akımı… Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat’ın oluşturduğu bir akım. Türk şiirinin o yıllardaki anlayışını değiştiren ve insanlara, halka, hedefteki küçük, sıradan insana şiiri sevdiren bir akım olmuştur.
M.Ş.-Buna Birinci Yeni de diyoruz…
H.E.-Yine o dönem 1940’lar da Dünya Savaşının çıkmasından hemen önce Toplumcu Gerçekçi dediğimiz, 1940 kuşağı, dediğimiz bir anlamda acılı kuşak, diye de adlandırılan ve içinde Ahmet Arif, Rıfat Ilgaz’ın da olduğu, daha çok Nazım Hikmet çizgisindeki şairlerin oluşturduğu bir akım var. Buradan belli başlı şairler, birkaç şiir çıkmış ama asıl önemli akım tabi ki Garip Akımıdır. İkinci Yeni’nin akım niteliği yoktur. Sonradan İkinci Yeni olarak adlandırıldı.
M.Ş.-Birbirinin karşıtı gibi... Bunu açıklayabilir miyiz, okuyucumuz nasıl ayırt edecek?
H.E.-Çıktığı anda halk tarafından benimsenen, karşılık bulan, tam da hedeflediği gibi insanlara ulaşan, onları sevindiren, üzüntülerine ortak olan, dertlerini paylaşan ve aynı zamanda bugün interaktif dediğimiz karşılığını bulan, okurlarının da şiirler yazdığı, okurlarını da yüreklendiren bir akımdan bahsediyoruz. Bugün şair figürü dediğimiz zaman hala Orhan Veli gelir insanların aklına. Basit, sıradan, yalın dediğimiz şiirin hala bugün okunduğunu, paylaşıldığını görmek sevindirici bir şey. İkinci Yeniye baktığımız zaman bırak okurların anlamasını, sevmesini, şiir ortamının da karşı çıktığı bir şiir. Böyle şiir mi yazılırmış, bu da şiir mi? denilen bir şiir.
M.Ş.-Ama onun da kendine özgü bir değeri, bir boyutu var elbette değil mi?
Bugün Yeni Bir Şiir Akımı Çıksa, Kırk Sene Sonra “İyi Bir Şey Yapıldı” Denecektir…
H.E.-Olmaz olur mu? Sadece bizim ülkemizde değil, okuryazar oranı yüksek ülkelerin de sorunu olan bir şeydir. Öncü, avangart dediğimiz yapıtlar zamanında anlaşılabilen, sevilen şeyler değil. Öyle olsa avangart olmazdı zaten. Zamanın ilerisidir aslında avangart. Yani bugün yeni bir şiir akımı çıksa belki kırk sene sonra, iyi bir şey yapılmış, denilecektir. İkinci Yeni de böyle bir şey. Ellili yıllarda, elli üç, elli dörtte filizlenmeye başlıyor. Başyapıtlarını elli sekiz senesinde veriyor. İlhan Berk, Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreya gibi isimler Güvercinka, Körfez, Galile Denizi gibi eserler veriyor. Bunun algılanması, benimsenmesi, sürdürülebilmesi 1980’lerden sonradır. Burada da bizim kuşağın çıkardığı dergilerin çok büyük etkisi vardır. Ayrıca ben İkinci Yeni şiirini olanak olarak görüyorum. Birinci Yeni’de olduğu gibi, İkinci Yeni’de de üç şair benzer şiirler yazar, benzer programları vardır ve o programlar dâhilinde yazarlar. Programları bitince de kendi yollarına devam ederler. Ne yazık ki Orhan Veli’yi 36 yaşında çok erken kaybettiğimiz için onun yazdıklarınındevamını göremedik. Ama Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat’ın devamını gördük. Türk şiirinin başka uçları oldular ve büyük şiirler yazdılar. İkinci Yeni şiiri ise Benzemezlerinşiiridir. Hani Beş Benzemez, deriz ya… Ece Ayhan, Sezai Karakoç, Edip Cansever, Cemal Süreya, İlhan Berk gibi isimler hem dünya görüşü olarak, hem de bakış açısı olarak birbirine benzemeyen şiirler yazdılar. Bu yenilik olarak kabul edildi ama bizim kuşaklar da bunların şiir düşüncesinden etkilendi. Şiire, başka şairlere bakış açımızdan dolayı benim şiirlerimi Cemal Süreya ile çok yaklaştırırlar. Ben Cemal Süreya’yı çok severim, çok da yakından tanır, Cemal Ağabey derdim hatta, ama beni en çok etkileyen şair Cemal Süreya değildir. Ece Ayhan’dır.
M.Ş.-Hangi yönüyle etkilemiştir?
H.E.-Şiire bakışıyla etkilemiştir. Cemal Süreya’ya benzeterek şiir yazabilirsin ama Ece Ayhan’a asla. Kendisine özgü bir dil, anlayış, dize yapısı vardır. O yüzden ona benzetmeye çalıştığında komik olursun. Trajik olursun, sonra da trajikomik olursun.
M.Ş.-O zaman söyleşinin başında sorduğum soruyu tekrar sorayım; Kendi şiirlerini hangi özgün anlamlarla tabir etmek istersin?
Rüzgârlara Açık Bir Şiir Yazıyorum. 20’li Yaşlardaki Genç Şairlerden Etkileniyorum…
H.E.-Ben hala etkilenmeyi sürdüren, rüzgârlara açık bir şiir yazıyorum. Beni en çok etkileyen yirmili yaşlarda, şimdi yazan genç şairlerdir. Şiir diyalektik ve sürmekte olan bir şeydir. O yüzden de sadece geçmiş verimli değil, şu anda yazılmakta olan, yazılacak olan şiir de beni etkiler. Sadece geçmişten etkilenirsek o zaman yazının enerjisini, dinamiğini kaybetmiş oluruz. Şiir budur işte. Şiir her sene yaşamın dinamiğini sürdüren bir şeydir. Yirmi yaşında kitabı çıkıyor insanların ve ben bunları okursam kendime de bir alan, bir yol açmış oluyorum.
M.Ş.-Bu arada sosyal medya, günümüzün olanakları, genç yaşlı herkesin şiirlerini geniş kitlelerle paylaşmasına olanak veriyor. Edebiyat, şiir düzenlemeleri yapan kültür insanları genç şairlere kapıyı açıyor. Hatta sevgili Adnan Özer’in 10. Uluslararası İstanbul Şiir ve Edebiyat Festivalinin konukları 30 yaş altı şairlerdi. Bunu nasıl yorumluyorsun?
H.E.-Şairler yapıtlarıyla, kitaplarıyla, bıraktıklarıyla devam ederler. Şairler kendisinden sonraki şairler tarafından okunursa ancak geleceğe kalabiliyor. Bir Lonca Geleneği diyelim buna. Bir şair loncası kendisinden sonra gelen şairler onları okursa geleceğe kalma olanakları daha fazla. Cemal Süreya’nın bir sözü vardır, eğer bir şairi lonca kabul etmiyorsa ne yazık ki o şair geleceğe kalamaz, der.
M.Ş.-Sanki bir jüriden bahsediyoruz değil mi?
Şairlerin Geleceğe Kalması, Diğer Şairlerin Onu Kabul Etmesine Bağlıdır…
H.E.-Evet, eski meslek odasına Osmanlı’da lonca denir. Şairler şairleri kabul ederse ancak geleceğe kalır.
M.Ş.-Kıdemli şairlerin Adnan Özer ve diğerlerinin hatta senin de genç şairlere kapı açan uygulamaların var. Bu ne tür yeni dinamikler getiriyor?
Şiir Öyle Bir Şeydir Ki Aslında Senin Yazmadığın Gibi Yazılandır…
Herkes Aynı Şeyi Yazacak Olsa Ne Kadar Sıkıcı Olurdu!
H.E.-At gözlüğü dediğimiz bir tabir var ya, yani sadece benim yazdığım tarzda şiirler yazılır, düşüncesi eskiden de bugün de var. Bu 80’lerden sonra kırıldı aslında. Şiir öyle bir şeydir ki tam olarak aslında senin yazmadığın gibi yazılandır. Açık uçlu bir şey… Herkes aynı şeyi yazacak olsa ne kadar sıkıcı olurdu. Bazen bana derler ki, ben şu şairleri seviyorum, şunları sevmiyorum. Derim ki, senin şiir anlayışın da, dünya görüşün de farklı olabilir ama sen tam tersine sana benzemeyenleri anlamaya çalışırsan şiir tekniğin, yeni sözcükler, yeni yapılanma ortaya çıkar. Ve sen hiç farkına bile varmazsın. Etkilenmek böyle bir şey; ne kadar çok farklı şair okursan o kadar çok farklı söyleyiş, teknik, üslup edinmiş olursun. Özgünlük dediğin şey de böyle oluşur işte.
M.Ş.-Günümüz Türk şiiri kendi dinamiğini yaşayan bir süreçten geçiyor. En yalın şairlerin bile farkında olmadan bütün bu akımlardan etkilendiğini söylemek gerekir. Ben kendi duygularımı yazıyorum, demek bir şair adayı için yeterli midir?
H.E.-80’ler den beri Post Modern bir dönemdeyiz ama şiirde Retro oldu aslında.
M.Ş.-Geriye bakış mı var?
Şair Nasıl Anlatmak, Söylemek İstiyorsa Öyle Yazabilir. Sonuçta Şiir Bir Söyleştir…
H.E.-Hem geriye bakıyor, hem de her şeyi bir arada yaşıyor. Retro böyle bir şey. Şair çağına duyarlı olmalı, derler. Şair istediği gibi yazabilir. Nasıl anlatmak, söylemek istiyorsa öyle yazabilir. Turgut Uyar divan şiiri uyarlamaları yazdı. Ben de gazel, nefes yazıyorum. Bütün bunlar olanaktır, şiir sonuç olarak bir söyleyiştir.
M.Ş.-Şair Türk Sanat Müziği, Divan Edebiyatı sevmiyordur ama ister istemez bir kulak dolgunluğu vardır.
H.E.-Garip şiiri dışında Cumhuriyet döneminde hiçbir şiir Avrupa’da anlaşılıp, sevilmemiştir.
M.Ş.-Garibin sırrı neydi?
H.E.-Yalın, anlaşılır. İnsanlar bunun için sevdi. İkinci Yeni ise yeni bir şiir yazmak isteyenlerin başlattığı bir olaydır. Şimdi de en çok o seviliyor.
M.Ş.-İnsanlar şimdi siyasal, soyut ya da kavramsal mı düşünüyor, ruhsal açılımlar mı yaşanıyor? İkinci Yeni’nin tarzının insanlara biraz daha yalın gelmesinin sebebi nedir?
H.E.-İkinci Yeni de tıpkı yeni bir roman gibi, sinema gibi çıkan bir şey. Batıdan da etkilenmiş. İnsanların edebiyatta, sanatta, şiirde daha geniş vizyonlara, açılımlara ihtiyaç duyduğu dönemler var. İkinci Yeni, bir olanak sunuyor, alan açıyor.
M.Ş.-Hayal gücünü daha çok çalıştıran bir şey mi?
H.E.-Akımlar üzerine şöyle bir yazı yazmıştım; Garip Şiiri mevcut şiirin yerini almak isteyen bir şey. Zaten manifestosu öyledir. Dört şiir akımına çatar. Şiir böyle yazılmaz, bizim yazdığımız gibi yazılır, der bu akımlar. İkinci Yeni Şiir ise yer açan bir şiir. Yer açmak demek bir anlamda da yerini almak demektir. Bunu yazdığın şiirle yaparsın. Aynı zamanda hem kendine hem de kendinden sonraya yol açarsın.
M.Ş.-Şairlerin her birinin özgürlükleri var. Bunu da açar mıyız biraz?
H.E.-Cemal Süreya’dan bahsedelim. Bugün Cemal Süreya herkes tarafından en çok okunan şairdir. Edip Cansever ve Turgut Uyar’da öyle…
M.Ş.-Bunun sırrı nedir?
Cemal Süreya İkinci Yeni İçinde Birinci Yeni’yi ve Türk Şiirini Temsil Etti…
H.E.-Cemal Süreya, İkici Yeni içinde Birinci Yeni’yi ve Türk şiirini temsil eden bir şair oldu. Çok uçta şiirleri olmasına karşın Türk şiirinin geçmiş tüm verilerini kendi şiirinde buluşturan bir anlayışı var. Onda Halk Şiiri de, Divan Şiiri de, Toplumcu Şiiri de vardır. Avangart da vardır.
M.Ş.-Hem anlaşılır ve sadedir hem de yerine göre soyuttur da… Biraz da senin yol şiirlerinden bahsetmek isterim. Nedir yol şiirleri?
H.E.-Otobüste, trende, vapurda, uçakta giderken yazdığım şiirler. Çok yoğun yaşıyoruz biliyorsun. Dersler, atölyeler, konferanslar, yurtiçi yurtdışı seyahatler…
M.Ş.-Yolda bu izlenimler yoğunlaşıyor değil mi? Damıtılıp, dökülüyor…
H.E.-Defterlerim vardır, bazılarını da kaybederim. Geçen sene bir boşluğum oldu, bir oturdum, yazdım kitabı. Aslında hazırdı onlar. Defterleri bilgisayara geçtim, hatta yayınevi, yeter, demese üç yüz sayfayı bulurdu kitap. Bunların hepsi yolda tuttuğum notlardı, yolda aklıma gelenlerdi. Sürekli olarak imgeler öyle işliyor. Gördüğüm her şeyi o açıdan bakıyorum ve not ediyorum.
M.Ş.-Şiir arkadaşlıktır, demiştin. Şiir okuyucuyla arkadaşlık bağı kurar mı?
Şiir Yoldaşlıktır…
H.E.-Dünyaya gelirken bize şiir veriliyor yolluk olarak dediğim şey, şiir yoldaşlıktır.
M.Ş.-Yolda karşılaştığın biriyle paylaşmaktır.
H.E.-Her şeydir, şiir insanın arkadaşıdır. Şiir insanın başkalarıyla arkadaşlık biçimidir.
M.Ş.-Şiir festivallerinden bahsedelim biraz da. Festivaller Türk şiirini ve edebiyatını ne ölçüde tanıtıyor, ne kadar yararlı ve bu serüven nasıl başladı?
H.E.-Özgeçmişim çok kısadır ve şu üçü yazar özgeçmişimde; Eskişehir’de doğdu, ODTÜSosyoloji mezunu, reklam yazarlığından emekli. Ortaokulu bitirene kadar çocukluğum Eskişehir’de geçti. Çok güzel bir kentti, şimdi de çağdaş bir kenttir Eskişehir. Yine çocukluğumda Hayat Mecmuası vardı ve babam okurdu. Hayat Mecmuasının ortasında Venedik’in resmi olurdu. Ortasından kanallar geçen, film, sanat festivalleri olan bir şehir… Ben de hep, burası da ne güzel festivaller şehri olurdu, diye düşünürdüm. Sonra Eskişehir üniversiteler şehri oldu. Sonra yazları opera, bale, festivalleri düzenlenmeye başladı. Bir tek şiir festivali yoktu. Tepebaşı Belediye başkanım Ahmet Ateş, sağ olsun hemen yardımcı oldu. Biliyorsun yıllardır Mayıs’ın son dört günü Dünya ve Türk şiirini buluşturan bir festival yapıyoruz. Her sene Dünyadan on, Türkiye’den yirmi, yirmi beş şair geliyor.
M.Ş.-Yerli ve yabancı şairlerin şiirleri her sene kitap haline geliyor ve tarihe miras kalıyor. Şiir edebiyat festivalleri gelenekselleştikçe yapıldığı yere ne gibi katkılar sağlar?
H.E.-Turizm demek sadece deniz, kum, plaj, deniz değil. Kültürel etkinlerde, kültür turizmi de ülkelerin kendi kültürlerini tanıtma fırsatı doğuruyor.
M.Ş.-Uluslararası olması nedeniyle Türkiye’yi de tanıtıyor değil mi?
H.E.-Türkiye bir havza, birçok uygarlık bir arada. Türkiye’nin Dünya mirasına katkısı bu açısından da önemli…
M.Ş.-Türk edebiyatı denince uluslararası anlamda ilk akla gelen isim Nazım Hikmet. Nazım Hikmet’i şiirin neresine koyacağız?
Türkçeyi Dünya Dilleri Atlasında En İyi Yunus Emre ve Nazım Hikmet Temsil Eder…
H.E.-Son birkaç yıldır böyle bir şey düşünüyor ve yazıyorum. Türkçeyi Dünya dilleri atlasında temsil edeceği iki şairi olsa bunlardan birisi Yunus Emre diğeri Nazım Hikmet olurdu.
M.Ş.-Yunus Emre’yi açalım biraz. Yüzyıllardır bizim içimizde yaşayan kökleşmiş bir şairimiz. Yunus Emre niye bu kadar önemli?
M.Ş.-Yunus Emre avangart ötesi bir şair, inanılmaz. Şiiri bazen gündelik, bazen de yücelik olarak görüyorum, dedim ya; Yunus Emre, Dante, Shakespeare, Homeros gibi isimler geliyor aklıma. Shakespeare, beş yüz sene önce yaşamış ve bugün hala oyunları izleniyor, düşünceleri evrensel bir anlatıma sahip, Yunus Emre’de öyle. Söylediği şeyler, özgürlük, hümanizm, kardeşlik, barış, iyilik, insan ve Allah sevgisi… Hoşgörü içinde tüm bunları dile getiriyor…
M.Ş.-Yunus Emre felsefesi insanlık halinin tam da karşılığı mı?
Yunus Emre Felsefesi Türk İnsanının Ruh Halini Yansıtan Birleştirici Bir Değer…
H.E.-Evet Türkiye’nin, Türk insanının bence ruh halini temsil eden en önemli figür, birleştirici bir değer.
M.Ş.-Bugün bir takım ayrıştırıcı değerlere karşın bizim insanımızın insanlık anlayışını temsil etmesi bakımından Yunus Emre’ye sarılmak gerekiyor.
Nazım Hikmet En Büyük Avangart Şairimizdir…
H.E.-Siyasi görüşünü kabul eder etmez insanlar ama Nazım Hikmet bana kalırsa bizim en büyük avangart şairimiz. Şiir hep vardı insanlık tarihinde. İnsanların en çok ihtiyacı olduğu yerde bir şair çıkmış ve sözünü söylemiş. Müzikle de insanların diline yayılmış, pelesenk olmuş. Köroğlu, Pir Sultan Abdal bunlar toplumsal dönemlerde ufuk açmış şairler. İnsanlar kritik zamanlarda hep bir şeyler beklemiş. Şair herkesten önce orada olan kişidir, derler. Olması gereken de kişidir. Nazım Hikmet’te son halkalardan bir tanesi.
M.Ş.-Ayrıca Kuvayı Millîye destanı gibi yazdığı dizelerde çok kıymetli değil mi?
H.E.-Zaten kendisi de Mustafa Kemal’e, farklı görüşteyiz ama size büyük saygım var, diyor ve bağımsızlığımızı çok önemsiyor.
M.Ş.-Nazım Hikmet’in Dünyada bu kadar sevilmesi, popüler olması neye bağlı?
H.E.-Şiiri de güçlü aynı zamanda. Şairler şiirleri kadar yaşamlarıyla da önemsenir. Çektiği çileler de insanları etkilemiş. 62 yaşında ölmüş, yirmi iki buçuk sene hapis yatmış bir adam. Ömrünün üç de birinden fazlası… Beni de çok etkiliyor.
M.Ş.-Şairlerin dili ustalıkla kullanması konusunda ne diyeceksin? Şiirde dilin anlamlarıyla oynama nasıl bir şey ve şairin düz yazı yazanlardan bu anlamda farkı ne?
H.E.- Şiir sözcüklerle yapılan bir iş, malzemesi, hamuru sözcükler… Şair toplayan kişidir aynı zamanda. Yığmak için toplamıyorsun, rafine etmek, inceltmek, topluma daha iyisini iade ederek veriyorsun. Şair ödünç alan kişidir.
M.Ş.-Şair dediğim kişi izole dünyasında hayallerini yansıtan kişi değildir. Toplumdan alan, topluma veren kişidir.
Hiçbir Şair Bireysel Değildir… Şiir, İnsan Araştırmasıdır…
H.E.-Toplumcu, bireyci şaire ben karşıyım. Sen sadece tek bir dize yazsan ve onu da bana versen, okusan paylaşmış oluyorsun. Hiçbir şair bireysel değildir. Bu konuda en güzel şeyi Edip Cansever söyler. İkinci Yeni Şiiri bireysel olarak adlandırın, der. Varoluş sorunu benim sorunum mudur? Bu insanlığın temel sorunu… Ben insan araştırmacısıyım, diye de ekler. Şiir insan araştırmasıdır. İster açlık, göç, savaş, barış, varlık, dünya sorunu olsun bir anlamı yok.
M.Ş.-Son sorumu sormak isterim; şiirin günümüzde sosyal medyada yer alması konusunda Haydar Ergülen nasıl bir yorum yapar?
Sosyal Medyadaki Şiire, Hazırlık Sınıfı, Isındırma Olarak Bakmak Lazım…
H.E.-İyimser bir insanım, kendimi öyle tanımlarım. Günümüzde internet medyası, popüler dergiler kötülenir ama ben şöyle düşünüyorum; bunlara hazırlık sınıfı diye bakmak lazım. Isındırmadır, yadırgamamak gerek. Okuyucu şairi merak ediyor. İnternet şairinin tanınmasına, şiirin okunmasına, yaygınlaşmasına, kitapların satılmasına olanak sağlıyor. Turgut Uyar, Cemal Süreya gibi şairler bile asıl okurlarına on, on beş yıl önce genç okurlar ve internet sayesinde kavuştu.
* Mesut Şenol’un, BAU Radyo’da Haydar Ergülen ile yaptığı söyleşiden alınmıştır.