top of page

İki Kitap Kurdunun, Lüzumsuz Kadın 

Rabih Alameddine Üzerine Konuşmalarıdır!

Hülya DUMAN

IMG_0912.jpeg

 

 

“Sizi sevmek bir intihar saldırısıdır.

Beyrut’u Telaviv’den özlemek gibi

oda dolusu kurumuş gül gül ve rüzgâr bırakarak 

gözlerinizde mülteci olmamak için 

yurduma gider gibi matmazel, 

bu akşam Sabra Şatilla’da ölebilir miyim?” 

 

Fadıl Öztürk

 

Başlarken: “Her yere yetişilir hiçbir şeye geç kalınmaz” diyor şair ama şu ahir ömürde kitaplara yetişebilmek mümkün değil. Gönül ara ara klasikleri özleyip bir daha okumak istese de, edebiyat dünyasının durmaksızın çağıldayan şelalesinde yeni çıkan eserlerin ve yazarların çekim gücünden kurtulamıyorum.

 

Lüzumsuz Kadın’ı ilk gördüğümde Sait Faik’in Lüzumsuz Adam’ı geldi derhal aklıma. Yok, yok sadece isim benzerliğiymiş…

Lüzumsuz Kadın’ı iki yıl önce okudum. Çağıltılı bir okumaydı, savurdu beni. Sayfalar seri halde akarken şaşkınlığım büyüyor, sık sık kendi kendime gülüyor, konuşuyordum.

Evet, tam da bu Aaliya! Ama nasıl olur, benim gibi düşünen bir roman kahramanı var karşımda. “Edebiyat benim kum havuzum. İçinde oyunlar oynuyor, kaleler, duvarlar inşa ediyor, şahane zaman geçiriyorum.” Şaka mıydı bu? Kitap bitiyor ve duygum değişmiyordu. Hani bazı kitapları okuyan başka biriyle konuşma ihtiyacı hisseder ya, işte öyle bir duyguyla kıvranıyordum…

Açtım bilgisayarı, kitabı okuyanlara baktım. Evet, gerçekten yaptım bunu! Dipçe ismiyle kısa, çarpıcı bir yoruma ulaştım ve peşine düştüm. Yazının sahibini, Gonca’yı epey bir arayarak buldum. Kendimi tanıttım: “Merhaba, bu kitabı konuşabilir miyiz?” dedim. Cahit Zarifoğlu’nun Cemal Süreya’ya hayran olup, hiç tanımadığı şaire telefon açıp, “Acaba sizinle İstanbul’da bir ev tutup, ev arkadaşlığı yapabilir miyiz?” sorusu kadar tuhaftı biliyorum. Edebiyat sevgisi tuhaflıklar yaptırır insana! 

Başladık konuşmaya, ruhlarımız birbirini öyle bir sarmaladı ki birlikte yazalım istedim. Gonca kabul etti.“ Ama nasıl olacak?” dedi.

“Güzel olacak, güven bana.” dedim. Gerçekten de güzel oldu. Sonradan öğrenecektim ki Gonca, bir edebiyat öğretmeniydi ve @k.i.t.a.p_g ismiyle kitaplar okuyup tanıtıyordu. Ben her şeyi geç öğreniyordum galiba, bayılarak okuduğum kitabın yazarını da önce kadın sanmıştım. 

 

Biz bu yazı üzerine yaklaşık on ay kadar konuştuk. O zamanlar savaş yoktu ama İsrail-Filistin savaşını -Nakba- ve Beyrut’ta peydah olan iç savaşla Lübnan’ın da nasıl savaşa dahilolduğunu çalışmıştım. Tam da bittiği esnada İsrail-Filistin savaşı yeniden alevlendi. Gonca ile hem çok üzüldük hem de bu buruk tesadüfe şaşırdık. 

 

Savaşın bir an önce bitmesi dileklerimizi de öne alarak, yazıyı

Lüzumsuz hissettirilen kadınlara atfetmek istedik. Buyurun.

 

Hülya: Kitapla nasıl tanıştın?

Gonca: Doğrusu kitaptan ve yazardan habersizdim. Kitabı, Dr. Saeed Yousefian adlı İranlı bir arkadaşım önerdi ve roman kahramanından kendime dair şeyler bulacağımı belirterek merakımı yükseltti. Böylece geçen yıl mart ayını Lüzumsuz Kadın’la birlikte, bahsi geçen kum havuzunda oyunlar oynayarak geçirdim.

 

Hülya: Gonca, ben okumaya başladığımda uzunca bir süre yazarı kadın sandım. Meğer yazarımız erkekmiş. Sende böyle bir yanılsamaya kapıldın mı?

Gonca: Yazarın dişil bir dili var. Bu yanılsamanın sebebi bu sanırım. Yarattığı karakter Ortadoğu’nun gerçeği ve yazar bu gerçeği etraflıca görmeyi başarmış. Bu durum o karanlık dünya içinde tutunacak bir dal olabilir mi diye umutsuzca bir umuda tutunmak istiyor insan. Böyle sıra dışı bir kadın karakterin yaratıcısını merak ediyor okur.

Rabih Alameddine’i biraz da bu güzelliğinden ötürü tanımak istiyoruz.

1959 yılında Amman-Ürdün’de dünyaya geliyor yazar. On yedi yaşına kadar ülkesinde yaşıyor daha sonra mühendislik eğitimi almak üzere ABD’ye gidiyor. Fakat farklı ünvanlarlatanınıyor: Ressam ve yazar Rabih Alameddine.

Sanata ve edebiyata tutunmak gereği hissediyor anlaşılan.

Lüzumsuz Kadın’dan da yola çıkarak o aynı zamanda iyi bir okur diyorum.

Bir röportajında resimleriyle gurur duyduğundan ancak yazar olarak kendini daha rahat hissettiğinden bahsediyor. Türk okuru da onu yazar olarak tanıdı diyebiliriz.

Hülya: Türkçeye çevrilmiş başka kitabının olmaması bize haksızlık değil mi ?

Gonca: Evet, kesinlikle aynı fikirdeyim. “Karakterlerime aşık bir yazarım,” diyen bir yazarı daha çok okumalıyız. Buradan çağrı olabilir yayım evlerine.

 

Hülya: Bombalanmış, saldırıya uğramış evinde yalnız yaşıyor kahramanımız, Aaliye Salahi.

Yalnızlığı kendi tercihi. İnsanlardan kaçıp kitaplara, yazarlara, metinlere sığınmış biri. “Yalnızlığın çaresi tecrittir.” derken aklımın ipleri uçuyor, gözlerim irice açılıyor, geniş bir gülümseme yayılıyor yüzüme.

Ah, Aaliya!

Yirmi iki yaşından itibaren her ocak ayının ilk günü bir kitap çevirmeye başlıyor Arapçaya; metnin hem Fransızca, hem İngilizcesini okuyarak.

Şehrine bombalar yağarken, kendi sığınağında kitaplar çeviriyor Aaliya.

Tüm kutsal kitapları ezbere bilirken inançsız olmayı seçen Aaliya, otuz yedi kitap çeviriyor.

Ritüeli de var üstelik adeta ibadet eder gibi… Her yılın ilk günü törensel bir banyo yapıyor. Sonra Walter Benjamin için iki mum yakıyor.

“Işık olsun/ Eski Ahit’in Yaratılış bölümü”

Kendisine binbir çeşit çiçekten oluşan ve kendisini tüm kötülüklerden, çirkinliklerden koruyan bir bahçe oluşturmuş. Daha da güzeli, ne görünür olmaya ihtiyacı var ne de alkışa. Çevirdiği otuz yedi kitabı; kimseye okutmadan kutulara koyup, evin kullanılmayan eski bir odasına kaldırıyor. “Önce yaratır sonra kutuya kapatırım!” Ne diyorsun Gonca?

Gonca: Bencil bir anneden artakalan sevgisiz bir evlat, başarısız bir evlilikten artakalan sahipsiz bir dul, babasız, çocuksuz, kocasız; o gereksiz bir uzantı, lüzumsuz kadın Aaliya!

 

“Uzun zaman önce tüm benliğimi kelimelere duyduğum kör bir tutkuya adadım.” diyen bir kadın karakter var karşımızda.

 

Yaşama başlama hikâyesi hiç iç açıcı olmayan bir kadının hayata resti mi bu cümleler diye düşünmeden edemiyorum.

 

Hikâye esasında çok tanıdık. Beyrut’ta dünyaya gelen Aaliya, iki yaşındayken babasını kaybediyor ve anne, gelenekler gereği evdeki diğer erkekle yani Aaliya’nın amcası ile evlendiriliyor. Ardından üvey kardeşler, amca-baba dediği bir adam ve ayakta durmaya çalışan bir anneyle on altı yaşına kadar geçen bir çocukluk ve ilk gençlik dönemi.

 

On altı yaşında evlendiriliyor Aaliya. Dört yıl süren örtülü yalnızlık dönemi eşinin boşamasıyla resmi yalnızlığa evriliyor. O artık boşanmış bir kadın olarak bir anda farklı biri olmaya itiliyor. İşte, Aaliya’nın resti burada başlıyor. Beyrut’a, annesine, üvey kardeşlerine, herkese…

“Beyrut’ta o yıllarda boşanmış çocuksuz kadınlar pek sevilmezdi. Bu duruma kendim düştüm. Basit, rahat ve münasip bir düşüş oldu.” diyor Aaliya.

 

Hülya: Bak, bu alay eden, ti’ye alan hallerine bayılıyorum Gonca. İzninle bir yan sapağa dalıp, hemen yine sana bırakacağım sözü. Daha önce saptamada bulunup, bir arkadaşıma söylediğim; ‘sen aynı sen olsan da boşanmış kadın prestij kaybı yaşar bizim toplumumuzda, hatta başta aile içinde’ cümlemin benzerini Aaliya kuruyor. “Faida, ben çiçeği burnunda gelinken bana hayrandı; boşandığımdaysa beni küçümser olmuştu.”

Ne de olsa şark kültürüyüz, illaki benzerlik olacak değil mi? Devam edelim lütfen.

Gonca: Romanın başında, kullanma talimatını okumadan saçlarına fazlaca uyguladığı Bel Argent marka şampuan nedeniyle mavi saçlı, yetmiş iki yaşındaki Aaliya ile karşılaşıyoruz. Geriye dönüşlerle Aaliya’nın kişisel tarihiyle beraber Lübnan’ın bahtsız tarihine de yol alıyoruz.

 

Hülya: Karakterlere geçmeden Lübnan’ın acılı, yakın ve yıkım tarihini konuşalım isterim. Kitapla beraber aklımın bir yanı kendi kişisel tarihimde de yer bulan, medya aracılığıyla tanıklık ettiğim, Lübnan iç savaşına takılı kalıyor. Yan okumalar ile daha net anlamaya ve hatırlamaya çalışıyorum. Bu arada hazırlık esnasında kendiliğinden Arapça şarkılar dinlemeye başladığımı fark ediyorum. Aailiya’nın bahsettiği ve kendi bildiklerimden. Şarkılar daha hissederek yazmamı sağlıyor. Evet, kesinlikle bana Lübnan’a giriş bileti kesiyorlar. Okurken size de öneririm.

Bir tarafı Akdeniz’in laciverdimsi denizi, öte yanı tepeleri bembeyaz dağ; üstlerinde daima kar olması nedeniyle hep beyaz görünen minicik bir ülke, hani neredeyse bizim bir kentimizden bile küçük.

Akdeniz’e kıyısı olması nedeniyle, denizci bir millet olan Fenikeliler tarafından yurt edinilir ve dağlarındaki hiç erimeyen kar nedeniyle adı; beyaz anlamına gelen Lübnan olur. Fenike sonrası çok fazla medeniyet var; Asur, Babil, Pers, Roma, Osmanlı, Makedonya, Suriye gibi.1500’lü yıllarda Roma baskısından kaçan Hristiyanlar bu dağlara gelmiş. 1517’de Yavuz’un fethi ile de 400 yıl Osmanlı hakimiyetinde kalmış.

Birinci Dünya Savaşı sonrası, eski gücünü yitiren ve yenilen devletler arasında saf tutan Osmanlı’dan kurtulmak isteyen bir Arap milliyetçiliği var. Ne ki yağmurdan kaçarken bu sefer de Fransa ve İngiltere’nin sömürgesine giriliyor. İkinci Dünya Savaşı’nda, Nazilerin Fransa’ya girmesiyle Fransız mandasından kurtuluyorlar. Ancak Fransız gölgesi daha uzun zaman devam ettiği için Fransızcada Arapça kadar yaygın kullanılan bir dil oluyor, hatta İngilizce de.

Bunca medeniyet sonrası haliyle Lübnan’da farklı din-mezhep ve parçalı etnik bir yapı oluşmuş. Denge içinse yönetim her bir din grubuna yayılmış. Cumhurbaşkanı Hristiyan, Meclis başkanı Şii, Başbakan Sünni şeklinde. Öyle ki bu denge bozulmasın diye 1930’lardan beri ülkede nüfus sayımı yapılmamaktadır.

Bağımsızlık sonrası adına Kudüslü dahi dedikleri annesi Lübnanlı Yusef Beydoz, Arap-İsrail savaşının ardından Lübnan’a yerleşir. Bankalar kurarak, dünya zenginlerini, lüks otel ve kumarhaneler ile de sanatçıları buraya çeker. Ve işte bu dönem ülkenin özellikle başkentinin yıldızının parladığı, büyüyüp geliştiği, Ortadoğu’nun Paris’i ya da Zürih’i denildiği yıllar.

Beyrut’a geleceğim…

Bu yıllarda Lübnan’ın komşuları Libya, Mısır, İran, Suriye arka arkaya askeri darbeler yaşamış. Sadece askeri çevre zenginleşirken, Lübnan bunları yaşamamış, aksine tüccarlar cumhuriyeti olmuş, başkenti de Ortadoğu’nun yıldızı haline gelmiştir. Tanıdık geliyor mu?

Peki, 1950’li yılların bu şaşaalı dönemi nasıl mı biter?

1960’lı yılların ortalarında Arap-İsrail arası gerilir, Lübnan’ın da kaderi değişir. Filistinliler nedeniyle İsrail’e karşı savaşan Mısır’a destek verince tüm yatırımcılar çekilir, rüzgâr yön değiştirir, bankalar iflas eder.

Aslında bölgedeki ortak kader, 1948’de İsrail Devleti’nin kuruluşuyla ortak kedere dönüşür. “Nakba”-Filistinliler açısından felaket olarak görülen İsrail Devleti’nin bağımsızlık ilanı ve ardından gelişen olayları nitelemek için kullanılır- Aklıma birden üzerinde hiç düşünmediğim; Mor ve Ötesi’nin “Nakba” isimli şarkısı geliyor:

 

“Kutlayanım var, ağlayanım da

Bak sana bayram, bana bomba

Kutlayamazsan ağla yanımda

Ruhumu al da yüzleş aklınla”

 

Ne tesadüf ki Gonca ben bu okumanın öncesinde Filistinli yazar, Adania Shibli’nin Küçük Bir Ayrıntı kitabını okumuştum. Nakba sonrası topraklarından koparılan, öldürülen, kıyılan Filistinlileri anlatıyordu. Ne acı, ne acı! Olan hep halklara oluyordu.

Savaşlar, her zaman insanın; kadın, çocuk, erkek demeden silindir gibi üstünden geçer. Hatta doğanın, börtü böceğin de.

Neticede, yaklaşık 700 bin Filistinli topraklarından sürülür, kıyıma uğrar. Kurtulanlar, Ürdün ve Lübnan’a göç eder. Elbette ellerindeki silahlarla… Düzenli bir orduya sahip Ürdün, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün -FKÖ-İsrail’e kendi topraklarından saldırıların önünü keser, FKÖ de Lübnan’a kayar. Ve İsrail operasyonlarını buradan yapmaya başlar. Lübnan Devleti’nin düzenli askeri gücünün olmaması FKÖ’yü neredeyse ayrı bir devlet yapar Lübnan’da… Artan gerilim, anlaşmaya zorlar. Anlaşmaya göre; FKÖ, Lübnan hükümetine saygı gösterip tanırsa saldırılarına izin verilecektir. Bu anlaşma ile ülke on beş yıl sürecek iç savaşa sürüklenir.

Şuraya şöyle bir aşırı yorum koyarsak hiç de sakil durmayacaktır bana göre: Biliriz ki, iç savaşlara daima halkların arkalarında dolaşan gizli gölgeler arkadaşlık eder. Ortaya çıkmak için, zayıflık ve kargaşa anlarını sinsice beklerler.

Filistinliler, Lübnan’a gelince etnik yapı değişir. Müslümanların sayısı artar, gerilim tırmanır. Çok fazla etnik yapının olması iç savaş çıkması için sağlam bir zemindir. Tüm bu karmaşık yapıyı içinde barındıran, sırf bu denge için nüfus sayımı yapılmayan, okuma yazma oranı çok yüksek, 1970 öncesi herkesin tercih ettiği bir ülke olan Lübnan; 1975’lerde, sağ-sol, Hristiyan-Müslüman, Filistin-Lübnan olarak ayrıştıkça ayrışır ve nerdeyse her ev silahlanır.

İlkin, Beyrut’ta kilise taranır sonra Falanjistler, Filistinlilerin olduğu otobüsü tarar. Ve buradan çıkarı olan, kaşıyan herkese unutulmayacak manzaralar çıkartır. On beş yıl süren savaştan geriye ne mi kalır? Geriye, tüm din ve mezhepleri hoşnut etmek isterken karnı mermilerle dolan, kolu bacağı kopan yanan, yaralı bir Lübnan kalır. Bu da yetmez iç savaş sürerken öte yandan Suriye ve İsrail işgali de kaymağı olur. Bölgesel ve küresel güçlerin de boş durmadığı savaşta silahlara veda edildiğinde -1991- geride yüz binlerce ölü, yaralı ve göç kalır. Lübnan nüfusunun üç katına yakını göç etmişken üstüne bir de ölümden beter bir yaşam süren Filistin kampları, Hizbullah ve bombalar…

1992 Hariri ailesinin dönemi başlar. İlk Hariri yani Refik Hariri, ülkeyi yeniden küllerinden doğurmaya çalışsa da suikasta kurban gider.

Gonca sen karakterlere geçmeden Beyrut’a da değinmek isterim. Bana göre romanın baş karakterlerinden biri de Beyrut’tur.

Aaliya’nın “Beyrut varlığını Lübnan’ın dışında bir yerde sürdürüyordu; ayrıydı. Ortadoğu’nun bir parçası değildi.” cümlesi de nevi şahsına münhasır bir başkent düşüncemi destekliyor.

Ece Temelkuran’ın Beyrut’ta yaşayarak yazdığı, Muz Sesleri geliyor aklıma: “Bu şehir büyük bir ön sevişme.” Muz tarlalarında muzların büyürken çıkardıkları sesi hatırla!

“Savaşa alışıklar; bir yerde bombalar atılıyor diğer yanda rakılar patlatılıyor.”

Bak Aaliya da benzer şeyler söylüyor: “Beyrut’ta yaşam fazlasıyla rastlantısal. Beyrut ve sakinlerinin ön görülemez olma konusunda şöhreti vardır. Avrupa’nın can sıkıntısıyla boğuştuğu, sıkıldığı güvenilir ve her şeyin aynı olma haline zıt.”

Gonca: “Beyrut şehirlerin Elizabeth Taylor’ı; deli, güzel, dağınık, alt üst olmuş, yaşlanmakta ve daima dramların pençesinde. Beyrut da onun gibi, ne kadar uygunsuz görünüp görünmeyeceğine aldırmadan hayatını kolaylaştırma sözü veren herhangi bir karasevdalıyla hemen evleniverir.” sözleriyle hem şehrin, hem Aaliya’nın hafızasında dolaşırız. Kadim bir kent, kadim bir kadın öyle bir bütündür ki; Alameddine Beyrut’tan bağımsız işleyemez Aaliya’yı. Görünürde şehirden muzdariptir ama onun muzdarip olduğu şehrin göbeğindeki inanç sürtüşmesidir, aldanışlardır, hayal kırıklığıdır. Kent de Aaliya da yorgundur ve kabuğuna çekilmiştir artık. Aaliya, kitaplar ve mürekkep dünyasına kaçmakla tutunmuştur yaşama.

Geçmişi tekerrür değil, nakarat olan Beyrut ise, kafasını kuma gömmekle yaşamaya çalışır.

 

Hülya: Şimdi bir ara verip, kulağımızı ve yüreğimizi Lübnan’ın güçlü sesi; 

Feyruz’un, Li Beyrut ağıdına bırakalım sonra da roman karakterleri ve çağrıştırdıklarıyla devam edelim Gonca. 

 

“Selam sana yüreğimin derinliklerinden ey Beyrut!

Kabul edin bu selamımı,

Ey denizler, evler ve eski denizlerin yeni yüzü çöller…

O ki benim halkımın hamurundan yoğrulmuştur, ekmeğim, içkim, yaseminim…

Ateşin ve dumanın tadı nasıl oldu?

Kapısını kapattı Beyrut;

Kendisini sabah akşam el üstünde tutacak ve güzel günlere taşıyacak insanlara.

Sonra bir başına kaldı sabah akşam ve gecelerde.”

 

“Hatırlamak, şu anımı yiyerek ziyafet çeken habis bir tümör.” diyor, Aaliya. Hatırlaya hatırlaya yol alacağız biz de. Onun anlattıkları ve çağrıştırdıklarıyla ilerleyecek, Beyrut sokaklarına, aile yapılarına bakacak, karakterleri tanıyacağız. Aaliya’nın eşsiz yorumlarıyla edebiyat dünyasının karakterlerinde soluklanacağız, hayretler içinde!

Evet, Gonca nerede kalmıştık?

Gonca: Aaliya’nın kaderi kadar Beyrut’un kaderi de kederlendiriyor bizi ve bir yerde Aaliya’yı Beyrut’tan daha cesur buluyorum.

Tam bu noktada Ahmad takılıyor markajıma. Ahmad’a kitapta makul oranda yer veriliyor ama Aaliya’nın ondan “Benim Ahmad’ım!” diye söz etmesi aslında Aaliya’nın hayatına çok daha fazlasıyla sızmış olduğunu düşündürüyor bana.

Ahmad ile 1967’de kitapçıda tanışıyor Aaliya. Önceleri“Düzen Adamı” adlı kitabı okumaya geliyor her gün ve sonra dört yıl boyunca hiç para almadan kitapçıda çalışıyor Ahmad. Aaliya’dan yaşça küçük ama aralarında bir bağ kuruluyor. Kitapların okuma sevgisinin oluşturduğu, sorgusuz sualsiz bir bağ bu.

Daha sonra Ahmad’ı Aaliya’dan uzakta bir yerde buluyoruz.

Katıldığı örgütte “Mütenebbi” takma adını alıyor Ahmad. Yazarın karakterlerine ihtimamını görüyoruz bu isimde. Zira Mütenebbi, 10. yy’da yaşayan şair Ahmed bin Hani el-Hakemi’ninde takma adı. “Tefekkür ve umut eden” anlamlarına geliyor. Bir örgüt üyesi için fazla edebi, fazla nahif bir isim bu.

 

İç savaş başladığında Aaliya, destek almak için Ahmad’a ulaşıyor. Ona ulaşmasıyla o eski dostane bağ çok farklı bir yerde düğümleniyor. Şaşırtıyor okuru ama Aaliya’nın çok da şaşırmadığını görüyoruz. Ahmad, Beyrut’tan bir parça. Gerçek bir parça hem de. Geldiği konumdan gittiği sona, yitmişliğine kadar… Sanki tüm Beyrut böyle bir bir kopuyor parçalanıyor gibi bir his doğuruyor.

 

Bir diğer karakter ise Hannah.​

“Hannah’ı tanıyana kadar sesimin bir sığınağı olmamıştı.” diyerek okuru da Hannah’la dost kılıyor yazar. Ve tüm olumsuz düşüncelere inat nevi şahsına münhasır kadın karakterler yaratıyor tıpkı apartmandaki üç cadı kadın gibi.

Tabii Hannah, Aaliya’nın da okurun da kalbinde farklı bir yerde.

Hannah’la birlikte Beyrut’ta kız çocuğu olmanın rengini daha da net görüyoruz. Beyrut sanki kadını bir şekilde sona sürüklüyor. Direnmek içinse Aaliya olmak gerekiyor.

 

Hülya: Üst kattaki sevimli üç cadıya geçmeden, aile ve aile yapısı üzerinde duralım isterim. Beni en çok acıtan yerlerdi.

“Marguerite Duras’la bağ kurabiliyorum, Alice Munro’nun vücuduna bürünebiliyorum ama kendi öz annemle bağ kuramıyorum.”

“Anneme baktıkça onu daha çok bir Çehov karakterine benzetiyorum, uzun bir yolculuğun arifesinde dinlenir gibi… Annem, bana ait olmayan sisli bir dünyada yaşadı. Rembrandt’ınannesinin tablodaki yüzü anneminkinden daha tanıdık.”

 

Şu cümlelere ne dersin Gonca?

Gonca: Aaliya ile annesi arasında sağalmaz, düzelmez bir kopukluk var. Yazar, Aaliya’nınzihnindeki anneyle de bir medeniyeti sorgular, onun azametinin sonuna geldiğimizde elimizde akıl almaz bir çığlık kalır. O, uçup giden bir sesten ziyade somut bir kalıntıdır, bir ağrıdır ve bir tükenmişlik anıtıdır.

Bu imge, Aaliya’nın korkularıdır… Kaçtığı ve kurtulamadığı…

Öte yandan bu bölümde eskimeyecek bir Orta Doğu perdesi de vardır; oğlan çocuğu masalı!

Baba öldüğünde evdeki erkek kardeş sihirli bir şekilde evin erkeğine, reisine dönüşür ve öyle kalır.

 

Hülya: Kültürlerarası benzerlikler! Evet evet, dikkatimden kaçmadı, güzel yere getirdin Gonca. Ezilen, sonra da aynı ezilmişlikle kızını, gelinini ezen kadınlarımızın davranış biçimini buldum karşımda… Anne onca ezilmişlikle Aaliya’nın kaldığı büyük evi kızına hak görmeyip “Sen teksin, ağabeyinin ailesi var, çık bu evden ağabeyine ver.”diyordu. Bizim Anadolu toplumunda da yok mudur bu kayırma, önceleme hikâyesi; yemeğin iyisi, tarlanın verimlisi, paranın çoğu erkek evlada haktır. Tam da aynı sebeple Aaliya’nın kapısına; cüretini feodal gelenekten alan ailesi zorbalıkla dayanmıştır. Bu dayatmadan, olası suistimaldenkurtulması en etkileyici sahnelerden biriydi benim için. Yukarı kattaki üç cadıdan Fadia’nınelinde tüfekle Aaliya’nın yanında durması ve aileyi geri püskürtmesi nasıl da ferahlatıcıydı.

Gonca: Evet, öte yandan ne olursa olsun oğlunun evinde, yanında ölmek isteyen bir geleneğin sesi tırmalar kulakları. Anne kızını tanımadığı için değil, ait olduğu yere gitmek, oğlunun ve gelininin oyununu bozmak için kadınsı son gücünü kullanarak rolünü oynar.

 

Hülya: Şimdi tekrar Aaliya’ya dönelim. Aaliya çokça da Rabih Alameddine çünkü!

Gonca: Evet. Aynı zamanda birlikte zerrelere ayrılan, tekrar doğrulan, tekrar vurulan Beyrut’un da hikâyesi…

Ve elbette Alameddine’nin özleminin hikâyesi…

Rabih Alameddine, bu gereksiz uzantıdan bir karakter yaratmış, onu edebiyat havuzunun içinde yoğurmuş, Beyrut’un iç savaşından kalkan toz bulutlarıyla kaplamış bir Arap rapsodisi içinde büyütüp, Pessoa’nın ellerine teslim etmiş. İnancın, geleneğin, kan bağının ve giderek tüm insanların zincirlerinden kurtarmış, muazzam bir evrensel kültür yüklemesiyle, okumaktan ağrıyan sırtının acısından çok, zevkini duyan dev bir kadın yaratmış.

 

Hülya: Rabih Alameddine, inanılmaz bir okur aynı zamanda. Kahramanlarını, yaralarını, kültürünü, duvarları çiçek bozuğuna durmuş sevgili Beyrut’unu anlatırken karşınıza müthiş bir veri dosyasıyla çıkıyor. Yetmiyor, üstüne zekâsını, keskin mizahi dilini ve tespitlerini ekliyor. Hayran olmaktan, belleğinize ödünç almaktan ve kendinize miras yapmaktan başka çareniz kalmıyor.

 Bakınız:

“George Santayana’nın ‘Geçmişi hatırlamayanlar onu tekrar yaşamaya mahkumdur’ teranesini kazıyabiliriz.” Nietzsche’ye sor “sonsuz geri dönüş” veya Hegel’e “tarih tekerrür eder” ya da James Mc Court’a “tarih hıçkırık” gibi yineler. “Beyrutlular şehirlerindeki savaşlara karmaşık bağlarla örülmüşlerdir. Ben daha çok Mark Twain sözünü seviyorum, tarih tekerrür etmez ancak kafiyelidir.”

“İsrail ne zaman cinai maçoluğunu sergilemek için felekten bir gece çalsa biz travma geçiririz ama hemen bir açıklama getirip, üzerinde durmayız. Onlar bizim gibi insanlar değillerdir. Bu sürekli aletinin ne kadar büyük olduğunu ispatlama derdinde olan bir komşuyla yaşadığımız için ödediğimiz bedeldir. Eminim İsrail’den, kendini büyük görme hastalığının paçalarından aktığı bu cüce devletten hoşlanmadığımı fark ettin, yine de saygı duyduğum pek çok dev de Yahudi’dir.”

 

Gel de katılma! Bir iki şeye daha değineceğim Gonca. Son zamanlarda kafamı çok kurcalayan meselelerdi. Burada bulunca çok sevindim. Dinle bak!

“Alain Robbe-Grillet bir keresinde, romanın başına gelen en kötü şeyin psikolojinin sahneye çıkışı olduğunu yazmıştı.” Bu cümleyi okuduğumda güldüm. Rabih dedim, keşke Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü de okusaydın! Bak orada da Dr. Ramiz karakterine şunu söyletmişti Tanpınar: “Psikanaliz çıktığından beri herkes biraz hastadır.”

Son zamanlarda metinlerin, dizilerin, sinemanın çoğunda rastladığımız bir saplantı var ki Rabih Alameddine tam da buna isabet buyurmuş: “Karakterlerinin davranışının ardında bir motivasyon olmasını beklediğimizi anlatmak istediğini düşünebilirsin. Sürekli bir nedensellik ilişkisi kurmak! Örneğin kadın kahramanın aşkı yaşayamama nedeni, taciz edilmiş olması.” Haftanın dört günü Gülseren Budayıcıoğlu dizileri izliyoruz biz de değil mi? O da yetmiyor; YouTube kanalları, kitapları, dijital yapımları vs. Örgü hep aynı, nedensellik ilişkisi!

Bir de şu var ki ben bayıldım, kendi hayatımda da sık sık yaptığım açmazım; “Ancak, anlaşılan o ki insan açıklamalardan kurtulamıyor; sürekli olarak kendimizi ve her şeyi açıklarız; çevremizdeki her şeyi, kendimizi bile mahvetmeyi başarana, kendimizi ölümüne açıklayana dek. Herkesin bir açıklamaya ihtiyacı vardır. Nedensellik süsü vermek! Hiçbirimiz acının tesadüfi doğasıyla nasıl başa çıkılacağını bilmiyoruz.” 

Tokat gibi değil mi Gonca? Ben bu bölümde çok keyiflendim. Başımıza gelenlere sürekli nedenler aramak, bulmaya çabalamak; illa ki peşine düşüp, bulabilince ya da o zan ile rahatlayabilmek. Hani nerede eskilerin tevekkülü, olduğu gibi alıp, göğsümüzde yumuşatabilme gücü? O bitmek bilmeyen ve çok tüketici olan açıklama ihtiyaçları da neden, ah!

Gonca: Benzer şekilde başka bir ayrıntı daha, “Yaşlanmak sızlanmaktır.” diyor, çok gerçekçi!

“Bugünlerde yayımlanan kitapların çoğu bir dizi sızlanma ve onu takip eden aydınlanma ve aşmışlıktan oluşuyor. Her şeyin üstesinden geleceğiz falan.”

Alameddine, sadece iyi bir okur da değil; sorgulayan, çözen, saptayan hakkı ya da haksızlığı teslim eden de.

 

Hülya: Has edebiyatla vitrin süsü işleri ayırıyor. Onu boşuna sevmedik. Öte yandan Aaliya’nın dostlarına bakıp, tat almamak mümkün değil. Pessoa ile çok iyi anlaşıyor, Sebald’i, Spinoza’yı ve diğerlerini seviyor. Nabokov’u “Sinsi Nabokov” diye çağırıyor. Kahkahayı basıyorum. Aaliya gibi hissetmek nasıl da mutlu ediyor beni. Onlarla bir muhabbette ki sorma! Seni de dışarıda tutmuyor, katıyor içine. Nasıl da keyifli ve ara ara okunası. Yarattığı bu korkusuz, çılgın, estet karakteri, Aaliya’yı sevmemek imkânsız. Onun kendine nasıl emek verdiği, müzik keşifleri “Otuz yaşımda tek bildiğim Chopin’di, nasıl müzik dinlemem gerektiğini öğrenme zamanı gelmişti…” ve daha niceleri.

Çeviriye aşık bir kadın yaratarak, Aaliya üzerinden müthiş bir derleme yapmış yazar. Çeviren kişinin, çevirmenin yazar kadar önemli olduğunu vurguluyor ki son yıllarda, edebiyatseverler arasında da kitap çevirileri ve çevirmenler arası lezzet farkı sıkça konuşulur oldu. RabihAlameddine, bu konuyu yazarlar üzerinden örnekliyor ki değme gitsin tadına!

“Marguerite Yourcenar’ın, Kavafis şiirini, Fransızca’ya çevirirken şiirleri nasıl değiştirip, kendi şiirini yaptığını; Kavafis değil de Yourcenar’ı okuyor olduğumuzu söylesek haksız olmayacağımızı ancak Yourcenear çevirilerinin de kendi içinde ilginç bir konu olup, Kavafis’e zarar verirken şiirlerini şampanya gibi başka yepyeni şeye dönüştürdüğü gerçeği…”

 

“Walter Benjamin Çevirmenin Görevi’nde şunu der: ‘Eğer çeviri özü açısından özgün yapıtla benzerliği amaçlasaydı, o zaman çeviri diye bir şey olanaksızlaşırdı.’ Yani, kendine has kafa karıştırıcı üslubuyla eğer bir sanat eserini çevirirken eserin aslına çok yakın olacağım diye uğraşırsanız, özgün eserin içeriğini yüzeysel olarak göstermede ve içindeki bilgiyi açıklamada başarılı olur ancak eserin sözcüklerle ifade edilemeyecek özünü kaçırmış olursunuz. Başka bir deyişle işin önemsiz yanlarıyla meşgulsünüzdür.”

 

Bununla beraber çeviride özü de közü de kaçırmış olanlara da haksızlık etmeye gönlü el vermiyor yazarımızın ve onları tüm çabaları için alkışladığını söyleme inceliğini ihmal etmiyor.

Evet, ne kadar konuşsak az. Hakikaten öyle çok ayrıntı var ki bizi mest eden. Toparlayalım, yavaştan ekleyeceklerin varsa ekleyelim Gonca?

Gonca: Kitabın metaforlarına bakarsak kulaklarımızı şu an dahi tırmalayan bir çığlığa odaklanırız ilkin. Evet, çığlık bir dışavurumdur, çaresizliğin titreşimidir, bir şoke olma resmi, bir imdat koludur, uzar gider. Tüm bunların dışında bir annenin kızını görünce attığı çığlıktır okuru etkileyen.

Bu çığlığın nedeni, Aaliya gibi okuru da meşgul eder. Ben, annenin çığlığında Beyrut’un yazgısını duydum. Beyrut’un kan kaybedişini, oğullarının cesetlerini ve kızlarının yok sayılmalarını! Bu bir hafıza yitimi değildi bence, bir ah, bir ağıttı. Nitekim sonrasında pişmanlıkla Aaliya diyen annenin, o suskun annenin, kızının mavi saçlarına kelimeler sarf edişindeki çırpınışı bunu destekliyordu.

 

Hülya: Hadi şimdi muhteşem Beyrut’un cadılarını ziyaret edelim.

Gonca: Joumana, Marie-Therese ve Fadia

Onlar, Beyrut’un kadınları…

Onlar, modern zaman kadınları. Fadia, asi olmayı, farklı olmayı başarmış görünüyor olsa da özeline odaklandığımızda kanayan yarayı görebiliyoruz. Onları her sabah kahve sohbetinde buluşturan şey; birlik olup, bir olup zamana ve geçmişe karşı diri durmak…  Aaliya’nın elinin tersiyle ittiği dünyada var olabilmek. Aaliya’yı ayakta tutan şeyi, romanlarındaki kalabalık dünyayı keşfedemeyen, bu nedenle birbirlerine sığınan kadınları; romanın sonunda tek bir hamlede, o müthiş kadın dayanışmasıyla temize çekiyor yazar. Aaliya’nın elinden kayıp gitmekte olan ömrüne kol, bacak, omuz olma gayretleri ile. Feminist bir kıvılcım sıçrıyor damarlarıma…

Rabih Alameddine’ye sarılıyorum ve diyorum ki; Beyrut’un güzel kadınlarının nezdinde tuttuğunuz her kadın eli için teşekkürler.

 

Hülya: Gonca, gerçekten bu teşekkürü ve alkışı öylesine hak ediyor ki yazar. Kendisini muazzam bir kıvraklık ve incelikle bizim Rabih yapıyor. Tam her şeyin bittiği anda olan dayanışma ile umudu kapaklandığı yerden kaldırıyor ve yüzümüzü yeniden güldürüyor Rabih.

“Mari-Therese’nin merdivenleri tırmandığını duyuyorum. Sahanlığımda duruyor şu an. Cadılarla öğle yemeği yemenin zamanı geldi. Yourcenar mi çevireyim, Coetzee mi? Marie-Therese zili çalarsa bir sonraki projem, Hadrianus olacak kapıyı tıklatırsa, Barbarları Beklerken.”

Kitabın beni şaşırtan ve çok da mutlu eden inanılmaz sonunu burada açık etmek istemiyorum. Ama o son sayfaları “kadın kadının kurdu” yerine bambaşka bir sıcaklık bırakarak, bitirmesinden ötürü minnettar kalıyorum. Hem sağlam kadın duruşu, hem de daha ayrıştırmadan gidersek insani duruş için, kollarım yettiğince sevgiyle kucaklamak istiyorum kendisini.

Bu muhteşem sonun bana hatırlattığı Kızarmış Yeşil Domatesler/Yönetmen: JonAvnet. Senarist: Fannie Flagg filmine de bir selam gönderelim.

Sizi umutlu bırakmak istiyorum ama film demişken, İçimdeki Yangın/Yönetmen: DenisVilleneuve. Senarist:Wajdi Mouawad filmini de şuraya not düşelim.

 

İyi ki buldum seni Gonca. Hiç karşılaşmasak da Aaliya ve seninle yolumun kesişmiş olması harika bir duygu.

Gonca: Yazarı okumak, Aaliya’yı tanımak ve seninle konuşmak bana da inanılmaz keyif verdi. Yaşasın kitaplar ve kitap dostları.

White Structure
bottom of page