top of page
Nokta Boya Sıçramak

Öyküler ve Özgür Metinler

Uçan Mor Pelerin

Mesut ŞENOL
 

IMG_0920.jpeg

Bütün çocuklar hayal eder. Hayallerini çoğu zaman rüyalarında, kimi zamanda uyanıkken, en olmadık zamanlarda görürler. İlk sinema deneyimimi, köy kahvesine getirilen siyah-beyaz eski bir filmle izlemiştim. Köy kahvesinin bir duvarına taşarak yansıyan görüntüler canlıydı, hareket ediyordu. İnsanlar o duvarın içinde sanki uzaktan bir yerlerden geliyordu. Ayrı bir dünya açılmıştı o duvarda. Büyülenmiştim. Bir süre önce hiçbir şeyin içinden geçmediği o kaskatı duvardan gözümün önünde sanki başka yerlere, başka insanlara ulaşılıyordu. 

Köy kahvesine gelen ikinci filmde, gökyüzünde uçan bir at ve onun üstüne binen genç bir prens vardı. Kahramanımız, başka uçan atlara binen düşmanlarına sihirli oklar atıyordu ve bu atlarla binicileri vurarak yere doğru sapır sapır düşüyordu. Okuduğum kitaplar arasında hayal görme kapasitemi güçlendiren, büyüten ve çeşitlendiren eserler vardı. Jules Verne’nin “80 Günde Devriâlem’ kitabını okurken, kendimi o telaşlı yolculukların ortasında buluyordum. Filler üstünde,ormanlar içinde geçen olaylar, dağların, çöllerin aşılması, kara tren yolcukları ve daha neler neler!..

Bin Bir Gece Masalları’nın Şehrazat’ının anlattıkları beni masalların, hayallerin dünyasına daha fazla yaklaştırıyordu.  Okuduklarımın etkisinde kalıyordum. Telefon tellerinin artıklarından yaptığımız o basit arabaları sürerken pek çok şeyi hayal ediyordum. Yarı kıvrık tel parçaları bir daireye, tekerleklere dönüşüyor, telden ya da bir ağaç dalından uzun sap, direksiyon ya da dümen oluyordu. Bu arabanın uçtuğunu ve gökyüzünde istediğim yere gidebildiğini hayal etmem ve o hayalimi yaşamam için çok fazla zaman geçmeyecekti. 

Bir akşam vakti, güneş battıktan hemen sonra köy kahvesine ayda bir gelen filmlerden birisini izlemek üzere arkadaşlarımla sözleşmiştim. Biz çocuklar, büyüklerden arta kalan birkaç tahta sandalyeye çifter çifter oturmuş, heyecanla filmin başlamasını bekliyorduk. Köy kahvesinin girişindeki pencerenin üstünden başlayıp tüm duvarı kaplayan büyük beyaz çarşaftan derme çatma bir sinema perdesi kurulmuştu. Perdenin tam düzgün bir şekilde yerleştirilememesine, zaman zaman dışarıdan gelen esintilerin etkisiyle dalgalanmalar yapmasına alışmıştık. Büyük küçük hepimiz filmin başlaması için sabırsızlanırken kahveci Hasan ağa bağırdı: “Çaylar, kahveler burada, tavşankanı, kaymakam çayı! Haydi bakalım! İsteyene adaçayı da var. Kahve içenleri de bir görelim!” Belli ki Hasan ağa, film gösterimi sırasında hiç boş kalmayacaktı.

Sonunda sinema makinesine bağlanacak bobinler ortaya çıktı. Köye sinema getiren kişi minibüsçü Salim abiydi. Ayakkabısının topukları üstüne basar, beyaz çoraplarının griye dönmüş topukları, buruşuk yarı şalvar pantolonu ve deri ceketi ile tamirci ile kabadayı karışımı bir görüntüsü olsa da, biz çocuklar onu çok severdik. Kendisi köydeki öğretmenlerin ve onların ailelerinin de yakın dostuydu. Ayda bir öğretmenleri, köyden meraklı kişileri ilçedeki sinemalara, turne yapan tiyatrolara, konserlere, mevsiminde de deve güreşlerine taşırdı. Öğretmenlerin sipariş ettiği kitaplara ek olarak, nereden buluyorsa bizlere okunmuş ikinci el hikâye kitapları ve romanlar getirirdi.

Salim abi kasabadaki sinemadan ödünç aldığı projeksiyonmakinesini kahvenin çay ocağına yakın bir yere koyduğumasanın üzerine oturtuyordu. O akşam film bobinleri de artık ustalaşmış elleriyle birtakım küçük makaralardan ve deliklerden sokup çıkararak hazır hale getirmişti. Kahvedeki meraklı ve film izlemek için yerinde duramayacak kadar heyecanlı çocuk sayısı en az onu buluyordu. Kara İsmail, Mehmet, Mahmut, Hasan, İzzet, Fatma, kız kardeşim Buket ve Serpil de benimle beraberdi. “Çocuklar, bir oraya bir buraya gidip durmayın! Bak tepsideki çaylar dökülecek yoksa. Haydibakayım, sandalyelere oturun!” Kahveci Hasan ağanın bu sözleri üzerine uslu uslu perdenin en önündeki sandalyelere sığıştık. 

Başlayacak filmin ne olduğunu bile bilemediğimiz için birbirimize şaşkın şaşkın bakarken Kara İsmail merakımızı giderdi: “Salim abiye sormuştum, o da bana ‘bir Herkül filmigetirdim, çok eğeneceksiniz!’ demişti.”  

Fatma atıldı hemen: “Herkül kim bilen var mı?”

“Eski Yunan efsaneleri içinde çok güçlü bir savaşçı olduğunu kitaplardan birisinde okumuştum,” diye karşılık verdim. 

“Neyse, şimdi filmdeki Herkül nasıl birisiymiş göreceğiz,” dedikten sonra Buket işaret parmağını dudaklarının üstüne getirerek ‘sus’ işareti yaptı. Aradan on saniye bile geçmeden Salim Abinin işareti üzerine Kahveci Hasan ağa da lambaları söndürdü ve projeksiyon makinesinin tıkırtılarla dönen sesi duyulmaya başladı…

xxxxxx

“Bu çocuğa bir hal oldu yahu! Köye gelen sinema filmlerini kahvede izlemesi yetmiyormuş gibi şimdi arada sırada kasabadaki sinemaya götürüyoruz. Bir de okuduğu masal ve öykü kitaplar! Sanki kumkuma kuşuna döndü kendisi. Gündüz vakti ayakta uyuyor!”

“Hanım sen ona bakma. Çocukların böyle yoğun hayal kurdukları dönemler olur. Gelir geçer. Hem hayal kuracaklar ki sonra o hayallerinin peşinden gitsinler. Öyle değil miAlper?”

Söylenenleri duymak istemediğimden midir yoksa gerçekten de gündüz vakti uyurgezer bir halde olduğumdan mıbilemiyorum,“hııh, haa!” şeklinde verdiğim cevabı, annem ve babam gülümseyerek şefkat dolu bir bakışla karşıladı.

“Tamam anlaşıldı. Sen yemeklerini de bizi de bir süre ihmal edeceksin. Ama sonra zayıflar hasta olursun. Arada bizim dünyamıza da geri dön emi!”

“Olur anne, beni merak etmeyin! Bin Bir Gece Masalları, prensler, uçan atlar, denizaltılar ve pek çok ilginç şeyin ve olayların yaşandığı dünyaları geziyorum. Gezmekle, görmekle kalmıyor, kimi zaman ben de onlardan birisi olduğumu düşünüyorum. ”

Benzeri konuşmalar daha önce de olmuştu, bundan sonra da tekrarlanacağa benziyordu. İç dünyama odaklanmam ve serüvenlerle dolu hayallere dalmam hiç de zor olmuyordu

Xxxxxx

İmparatorun yanında oturuyordum. Yaslandığım taht, küçük prenslere göre yapıldığı için minyatür gibi duruyordu. İmparatorun üzerinde mor bir pelerin vardı. Mor rengi yalnızca imparatorlar kullanabiliyordu çünkü. Pelerinlerin düşmemesini sağlayan fildişinden yapılma yuvarlak tokanın çevresi bronz bir metalle kaplanmıştı. Kendimi bir anda imparator ile birlikte stadyumun ortasında zafer yürüyüşü yaparken buldum. İmparatorun mor pelerini hafif hafif esen rüzgârın de etkisiyle arkaya doğru dalgalanıyor, sanki uçuyordu. Bizi takip eden ve ellerinde mızrak, kalkan, bellerinde kılıç taşıyan muhafızların koruması altında adımlarımızı atıyorduk. Burada biraz sonra atletler becerilerini gösterecek, koşacak, daha sonra mavi ve yeşil araba yarışları yapılacaktı. İmparator stadyum ortasında yürüyerek ve izleyicileri selamlamak istemişti ve böyle bir uygulama ilk kez yaşanacaktı. Stadyumun çepeçevre basamaklarını dolduran ve sayıları onlarca bini bulan seyirciler bizi çılgınca alkışlıyor ve ‘Hurraah’ diye bağırıyordu. Tüm stadyum böyle bağırınca çıkan ses kulaklarımızın zarını zorlasa da, rahatsız olmadığımız gibi garip bir keyif alıyorduk. Coşkuyla bağıran kalabalık, sevinç içinde ve kendinden geçmiş bir şekilde belki de hayatlarının en mutlu anlarını yaşıyordu.

Şeref yürüyüşümüzü tamamlayıp İmparatorluk Locasına geri döndükten saniyeler sonra, üst tarafımızdaki platformda yerlerin almış bulunan bir düzine kadar gösterişli kıyafetleri ve tüylü miğferleri olan müzisyen asker borularını kaldırıp ‘ta taa taa tiii” diye çaldıklarında olimpiyatların başlamak üzere olduğu anlaşılmıştı. İmparator ayağa kalktı, stadyumun ortasında kılıcını havaya kaldırmış olarak bekleyen komutana doğru elini salladı. 

Komutan da kılıcını ağzına getirdi, öptü, yere doğru salladı ve bağırarak atletleri çağırdı. On kadar atlet koşarak komutanın yanına geldi. İlk olarak disk atma yarışı yapılacaktı. Kocaman demir diskleri sırayla ve verilen işaret üzerine fırlattılar. Her bir atış sonrasında seyircilerin çıkardığı sesten, atletin başarılı olup olmadığı anlaşılıyordu. Atletlerin çeşitli uzunlukta yaptıkları koşu yarışmaları içinde en çok engelli koşu ilgimi çekmişti. Engellerin altından süzülerek geçiyor, üstünden atladıkları engelleri aşan ayakları bir süre havada kalıyordu. Tam o anda bakışlarımın donduğunu ve atletlerin yere basmadan havada koşmalarını sürdürdüklerini fark ettim. Boşluk içinde yüzüyor gibi koşuyorlardı. Nasıl oluyor da yerden bir metre kadar yükseklikte düşmeden kalabiliyorlar ve bu şekilde koşabiliyorlardı? Seyircilere göre atletler engelleri aşmak için sıçradıklarında havada en fazla bir iki saniye kalıyordu ama nedense zaman ve hayal benim için farklı bir hızda çalışıyordu. O bir iki saniyenin içine dakikalarca süren bir hayal sığıyordu.

Beni en çok heyecanlandıran şey, yarışmaların en sonunda kazananın belli olacağı maraton değildi. Maratoncular çoktan şehir dışında başlama noktasında verilen işaretle uzun ve zorlu koşuları için ilk büyük adımlarını atmıştı. Tören sonunda maraton birincisinin stadyuma girişi kesin olarak imparator dâhil herkesi heyecanın doruğuna taşıyacaktı. Ama benim gözdem ve merakım, mavi ve yeşil araba yarışıydı.

Evet, sıra şimdi onlardaydı. Süslemede mavinin ve yeşilin her tonu kullanılmıştı. Eski Mısır, Sümer ve Hitit savaş arabalarını andıran tek atlı ve tek sürücülü bu görkemli arabaların taraftarları stadyumu ikiye bölercesine birbirlerinden ayrılmıştı. Amigolar mavi ve yeşil arabaların destekleyicilerini coşturmaya başlamıştı bile. Stadyum tören komutanının işaretiyle boruların büyülü sesi yeniden duyuldu. Mavi ve yeşil arabalar yavaş yavaş yerlerine doğru ilerlemeye başladı. Stadyumu dolduran uğultunun ve zaman zaman yükselen bağrışların, haykırma ve çığlıkların ne için yapıldığı anlaşılmıyordu. Destekliyorlar mıydı, yoksa hakaret mi ediliyordu! Bunun hiçbir öneminin olmadığı belliydi. Seyirciler çıkardıkları garip seslerle bu büyük gösterinin tür arka planını, atmosferini yaratıyordu. 

En yoksulundan imparatora ve üst düzey yöneticilerle senatörlere kadar herkes bu stadyumda bir araya geliyor ve mavi ya da yeşil bir yarışçıyı desteklediklerini göstererek, belli ederek çok büyük bir grubun üyesi olmanın tatmin duygusunu yaşıyordu. İmparator ayağa kalktı. Bir süre etrafı gözleriyle taradı. Kendisine bakan komutana ve stadyumu dolduran kalabalığa bir işaret vermesi gerekiyordu. Stadyumu dolduran seyirciler blok halde ellerindeki yeşil ya da mavi mendilleri havaya kaldırmıştı. Seyircilerin oturduğu halka halindeki sıraların yarısı maviye, diğer yarısı yeşile boyanmış gibiydi. İmparator hangi rengi seçecekti? Herkes merakla bekliyordu. Hiç kimse yerinden bir milim bile olsa kımıldamıyordu ve tüm nefesler tutulmuştu. İmparatorlarımavi veya yeşil takımlardan birisini seçtiklerinde, onun seçtiği takımın destekleyicileri gırtlaklarından çıkabilecek en güçlü sesle ‘HURRAAAAH’ diyecekti. Hem de üç kez. 

İmparator bir elinde mavi, diğerinde yeşil ipek şalları tutuyordu. Herkesin kendisine baktığını ve zamanın geldiğini hissederek iki elini birden başının üstünde havaya kaldırdı. Tüm stadyum şaşkınlık içinde ‘AHHHH’ diyerek heyecanın doruğa çıktığını belli etmişti. Birkaç saniye içinde imparator ellerinden birisini indirecek ve havada kalan elindeki şalın rengindeki arabayı desteklediği belli olacaktı. Evet… Havada kalan elindeki şalın rengi maviydi. Bu, komutana verilen bir işaretti aynı zamanda. Komutanın yeniden kılıcı öpüp aşağıya doğru sallamasıyla birlikte boruların sesi duyuldu. O anda, yan yana duran mavi ve yeşil yarış arabaların tekerleri, herkesin kulağına kadar gelen kırbaçların şaklama sesiyle ileri atılmış ve arkalarına birer kalıcı toz bulutu takmıştı. Sürücüler, birbirlerine çok yakın bir mesafede hızla ilerleyen arabalarını sürerken önlerine baktıkları kadar, yan taraftaki rakiplerini de kolluyordu. Seyircilerin takımlarını cesaretlendirme ve amigoların ısındırma, coşturma çabaları yavaş yavaş dozunu artıyordu. 

Mavi ve yeşil yarış arabalarının stadyumun içindeki ilk turu senaryo gereği olaysız geçmişti. İlk turun tamamlandığı, başlangıç ve bitiş noktası olarak işaretli olan ve imparatorluk locasının tam önünde yer alan noktada iki araba da durdu. Yeşil araba yönünü tamamen arkasına dönerek değiştirdi. İkinci turda arabalar birbirlerine ters yönde hareket edecek ve tam bir tur attıktan sonra, imparatorluk locası önünde birbirleriyle karşılaşacak, tekerlerin ortalarından çıkan demir mızrakların yardımıyla diğer arabayı devirmeye çalışacaklardı. Mavi ve yeşil araba yarışlarının en heyecanlı kısmı o karşılaşma anıydı. Her bir seyirci kendi desteklediği arabanın galip gelmesini istiyordu ve bunu ellerindeki mendili sallayarak, ‘MAVİ!’ ya da ‘YEŞİL’ diye bağırarak belli ediyordu.

Yanımda oturan imparatora baktım. O da heyecanla şu anda stadyumun yarısına kadar gelmiş arabaları görmeye çalışıyordu. Asıl kapışma imparatorluk locası önünde olacağı için, stadyumun içindeki yolun yarısındaki ilk karşılaşmalarında sürücüler, arabaları arasında güvenli bir mesafe tutarak ama birbirlerine, ‘yarışı ben kazanacağım, arabanı biraz sonra parçalayacağım!’ dercesine tehdit edici bir bakış fırlatarak hızla ilerledi.

Mavi ve yeşil arabalar ters yönde ilerlemeye başladıklarındazaman benim için herkesten farklı bir şekilde çalışmaya, genişlemeye ve gördüklerimi başkalaştırmaya başladı. İki araba da yerden yaklaşık iki metre kadar yukarıya kadar yükselmişti ve atların ayakları yerde koşarmışçasına boşlukta hareket ediyordu. Sürücüler yine kamçılarını kullanıyor ve tekerlekler toprağa değmemesine karşın dönüyordu. Acaba imparator ve seyirciler benim gördüklerime aynı şekilde tanık oluyorlar mı diyerek onlara baktım. Herkes o an içinde donup kalmıştı. İmparatorun salladığı eli havada takılıp kalmış, mavi şalının dalgalanışı bile fosilleşmiş gibi sabitlenmişti. Bağıran seyircilerin açılan çeneleri öylece kalakalmıştı ve herkes ağzı açık bir şekilde, kimisi ayakta, kimisi oturduğu yerde taşlaşmıştı.

Gözlerim yeniden yarış arabalarına çevrildi. Onlar süzülerek uçmalarını sürdürüyordu. 

“Ben de uçmak istiyorum!” dedim kendi kendime. “Ama nasıl?”

Gözlerimi kapadım ve kendimi bir üçüncü arabada hayal etmeye çalıştım. Ama kulağıma seyircilerin çığlıkları, bağırışları geliyordu. Gözlerimi açtığımda mavi ve yeşil arabaların terli sürücülerinin büyük bir çabayla atlarını zorladıklarını fark ettim. Zaman ben de dâhil herkes için eşitlenmişti yine. Mavi ve yeşil taraftarları coşturmak üzere amigolar kendi aralarında anlaşmıştı. Önce mavi mendiller, ‘MAVİ!’ haykırışları arasında oturdukları yerden kalkan seyircilerin elinde havaya kalkıyor, onlar yerine oturunca sırayı ‘YEŞİL!’ alıyordu. Sanki görsel ve işitsel bir gösteri yapılıyordu. Bir tür halk orkestrası sayılırdı tüm seyircilerin oluşturduğu topluluk. 

Artık mavi ve yeşil arabalar stadyumun son çeyrek mesafesine gelmişti. Birkaç dakika içinde imparatorluk locası önünde büyük bir çarpışma olacak, mavi mi yeşil mi kimin kazandığıbelli olacaktı. Heyecan doruktaydı. Artık seyircilerin hepsi birden ayaktaydı ve ellerindeki mendilleri durmaksızın sallıyordu. Bağırmalar, çığlıklar en üst perdeye ulaşmıştı. Sözcükler anlaşılmaz hale gelmişti ve çıkarılan seslen vahşi hayvanların çığlıklarına benzemeye başlamıştı. 

Arabaların birbirleriyle karşılaşacakları son yirmi metreye gelindiğinde ayaktaki seyirciler bir kez daha nefeslerini tutmuştu ve atlarla tekerlerin çıkardığı sesler hızlı tempolu bir büyülü müzik etkisi yapıyordu kulaklarda. Atların burun deliklerinin, ayaklarının hareketine paralel bir şekilde açılıp kapandığını göremeyenler için, o burun deliklerinden çıkan küçük bulutumsu nefes buharları benzer bir tempo algısını yaratıyordu. İmparator ile birlikte diğer bütün seyirciler gibi ayağa kalkmıştım.  ŞIIRANNKKKK diye bir sesle, arabaların birbirlerine tekerlerinin ortasına yerleştirilmiş demir mızrak mahmuzlarla çarpışı stadyumun her yanında yankılandı. Pek çok kişi gözlerini kapadı, kendi tuttuğu arabanın galip mi yoksa mağlup mu olduğunu görme konusunda birkaç saniye tereddüt yaşamıştı. Ama merak duygusu baskın geldi ve çarpışma anından hemen birkaç saniye sonra devrilen ve parçalanan mavi arabanın, atıyla birlikte yoldan çıktığı ve stadyumun iç kısmına doğru savrulduğu görüldü. Çarpışmadan zarar görmeyen ve devrilmeyen yeşil arabanın sürücüsü bir miktar daha ilerledikten sonra atının gemlerine asıldı. Arabasını geriye döndürdü. Bu arada stadyum komutanının askerleri mavi arabanın yaralı sürücüsünü bir sedyenin üzerine koyup göz önünden uzaklaştırmıştı. 

Mağrur ve galip yeşil arabanın sürücüsü imparatorluk locasının önüne geldi. Komutan, yüzünü imparatora dönerek kılıcıyla günün kahramanı sürücüyü gösterdi. İmparator ayağa kalktı ve yeşil ipek şalı başının üstünde havaya kaldırdı. İmparatorun başta mavi yarış arabasını tutmasına karşın, galip gelen yeşil arabanın başarısını kabullenmesi tüm stadyumu coşturdu. YEŞİL, YEŞİL, YEŞİL…. Bağırışları gökyüzüne doğru yükselmişti.

Yeşil yarış arabasının sürücüsü komutan ile birlikte imparatorluk locasına doğru basamakları atlayarak ilerledi. Ayakta duran imparatorun önüne gelip diz çöktüler ve selam verdiler. İmparator elinde tuttuğu yeşil ipek şalı ve içi altın dolu mor bir keseyi, ikindi güneşinde parıltılarla ışıklar saçan miğferli savaşçı sürücü askere uzattı. Kendisine verilenleri eğilerek alan asker bir anda gözlerini bana doğru çevirdi. Gözleri zümrüt yeşiliydi. O anı yalnızca ikimiz yaşıyorduk. Bizim dışımızda imparator dâhil herkesin donup kaldığını fark şaşkınlıkla fark ettim. Birdenbire yarışı kazanan askerin sırtında iki büyük kanat belirdi. “İstersen seni hayallerindeki gibi uçurabilirim. Uçan halıları sevdiğini biliyorum. İmparatorun mor pelerinini uçan bir halıya dönüştürebilirim. Ben de yanında uçarım, ne dersin?” Gözlerime ve hayalimde yaşadıklarıma inanamıyordum. Hayal miydi, yoksa gerçek miydi bunlar? “Tamam, olur!” dedim heyecanlı ve tereddütlü bir sesle. Kanatlı asker imparatorun boynundan pelerini ustaca çıkardı. Onu yere serdi ve bana, “haydi çık üzerine. Bak şimdi stadyumun üstünde güzelce bir tur atacağız!”

Önce bir ayağımı, sonra diğerini uzatarak pelerinin üstüne çıktım ve oturdum. Kanatlı asker pelerinin bir ucundan tutar tutmaz kendisiyle birlikte havalanıverdik. Uçan bir mor halıya dönüşmüştü mor pelerin. Bir masalı ve hayali yaşıyordum şimdi. “Şimdi atımın yanına gidelim ve ben ona bineyim. O da uçan bir attır, merak etme!” dedi. Uçan mor halı ile birlikte stadyumun içindeki atının yanına kadar uçtuk. Atının üstüne bindikten sonra, “haydi şimdi ben önde, sen uçan mor halının üstünde bir yolculuk yapacağız. Bu arada zaman durduğundan, kimse bizim ne yaptığımızı anlayamayacak!” Ne kadar güzel bir fırsattı! Uçabiliyordum. Uçan mor halım vardı. “Olur, stadyumun üzerinde bir tur atalım ama sonra ne olacak çok merak ediyorum!” dedim. Bana ‘suuus’ işareti yaptı işaret parmağını dudaklarının üzerine koyarak.

Stadyumun üstündeki turumuz, yeşil arabanın yarış sırasındaki hızıyla aktı geçti. Gözlerim zaman zaman önümdeki uçan at üzerindeki kanatlı askere, kimi zaman da stadyumun içinde karınca kadar küçük gözüken insanlara, arada bir de stadyum dışındaki oyuncak gibi görünen yapılara kayıyordu. 

Bir tam turu tamamladıktan sonra imparatorun yanına uçarak geldik. Yere kuşlar gibi yumuşak bir şekilde konduktan sonra kanatlı askere sordum: “Sizin adınız ne?” Bana doğru cevap verir miydi acaba? “Benim adım HAYALLERİN PRENSİ.” 

“Hayallerin Prensi mi? Peki siz nereden geliyorsunuz? Göklerden de, göklerin ötesinden mi?”

“Ben Hayallerin Prensiyim ama benim geldiğim yer, çocukların hayal dünyasıdır. Onlar hayal ettiği sürece ben var olurum. Geldiğim yer evrenin farklı bir köşesidir. Ama ben şimdi gördüğün gibi zaman içinde ve hatta uzayda yolculuk yapabilirim. Kimi zaman böylesi yarışlarda ortaya çıkarım, kimi zaman, soğuktan üşüyen, karnı acıkan ama hayal etmeyi bırakmayan çocukların yanında olurum. Senin hayallerin de çok güçlü ve yoğundu. Onları hissettim ve bu imparatorluk pelerinini senin mor uçan halına dönüştürdüm.”

“Peki, Hayallerin Prensi, bu yaşadıklarım gerçek mi, yoksa hayal olmaktan öteye gitmeyecek mi?”

“Hayaller gerçeğin gölgesidir, yansımasıdır. Hayal etmezsen o yansımaları yakalayamaz ve yaşayamazsın. Hangi hayalin gerçek olacağını kimse bilemez. Ben ancak çok arzulanan hayalleri hissederim ve onları gerçekleştirmek için en önce yaratıcı düşünen çocukların çağrısına kulak veririm. Sen bugüne kadar pek çok hayal ürettin, yarattın. Uçan halı hayalini bu mor pelerinle gerçekleştirmene yardımcı olduğumiçin çok mutluyum.”

“Ben de çok mutluyum Hayallerin Prensi. Çok teşekkür ediyorum. Bundan sonra da benim hayallerimin prensi olmaya devam edecek misiniz?”

“Bu sana bağlı. Ama bana sorarsan hayallerini gerçekleştirmek için her zaman Hayallerin Prensine ihtiyacın olmayabilir. Çünkü ben zaman içinde ve pek çok yer arasındasürekli yolculuk yapıyorum. Yollarımız kesişmeyebilir!”

“Olsun, benim bir hayalimi gerçekleştirdiniz. Anlıyorum. Bundan sonrası bana kalmış, öyle değil mi?”

Kanatlı asker bana veda edercesine baktı. Onu bir daha görmeyebilirdim. Ama önemli değildi. Onu görmeyi de hayal etmekten beni kimse alıkoyamazdı nasılsa! Yemyeşil gözlerini kırptı ve mor pelerini imparatorun boynuna hızlı bir hareketle yerleştiriverdi. O anda zaman kaldığı yerden sarkaçlarını yeniden normal tempoda çalıştırmaya başladı. İmparator, günün zaferini kazanan askeri ödüllendirmenin gururuyla stadyumdaki seyircileri iki elini havada birleştirerek selamladı.

Birden gözlerimi açtım… Annem ateşler içinde yanan alnımı ıslak yeşil bir havluyla siliyordu. “Oğlum ‘yeşil’ diye sayıklıyordun. Ateşini düşürmek için bu yeşil havluyu ıslattım. Bak baban sana mor bir gömlek almış. İyileşince giyersin.”

Gözlerimi yumarken gülümsüyordum…

 

 

feshetmek
Cloud.jpg

Mırıldanmalarım

Meral KUTLUĞ

 -40.jpg

        Koskoca Müdür

Gonca BORÇA

Cloud.jpg

    Ayrılık

Emine AYDOĞDU

memories.jpg

Sararmış Bir Fotoğraf ve Altı Çizili Kelimeler

Fatma ALTUN

bottom of page