top of page
Nokta Boya Sıçramak

Öyküler ve Özgür Metinler

YERALTININ ÖFKELİ DAMARI

Ermine AYDOĞDU

IMG_0917.jpeg

 

Annemin: “Leylek benim neden kuşum, yazın gelir kışın gider?” tümcesi leylekleri merak etmeme ve bu merakımı gidermek için onları sürekli izlememe neden oldu. Yuvalarını, sabır, çaba, coşku ve özenle örerler; yolculuk zamanı gelince de güneşi izleyerek rotalarını çizerlerdi. Leylekler, küçük dereyi, değirmeni, salkım söğüdü, boz kediyi, alaca köpeği ve çocukları Kırmızı Toprak’ta bırakıp, sonraki yıl gelmek üzere çizdikleri rotada her yıl düzenli kanat çırparlardı.

Baharın gelmesiyle birlikte erkek gelir, yuvayı onarır, eksiklerini tamamlar, dişiye hazır ederdi. Yuvanın onarımını bitiren erkek leylek, gagasını gökyüzüne çevirip özlemle dişi leyleği beklemeye başlardı. Bekleyiş çok uzun sürmezdi. Dişinin gelişini hisseden erkek leylekte bir telaş başlardı ki sormayın gitsin. Adeta kanatları birbirine dolaşırdı. Dişi ve erkeğin karşılaşmaları, kanat seslerinin doğayı teslim almasıyla kendini gösterirdi. Mavinin bin bir tonunda tutkulu kanat çırpışları, gagalarını birbirlerine dokundurmaları, çıkardıkları sesler, ateşli ve baş döndürücüydü.

Leyleklerin karşılaşmasını yalnızca biz çocuklar değil, boz kedi, alaca köpek, küçük dere, Kara Taş, tabii ki ev sahibi olarak da söğüt ağacı hep birlikte seyrederdik.

Rüyamda gördüğüm söğüt ağacı: “Yalnızlığını bir kediye anlat! O seni dinler, soru sormaz.” demişti. Ben yalnız mıydım? Neden böyle söylemişti. Yalnızlık nasıl bir şeydi? Bunları düşünerek boz kediye anlattım ama o beni dinlemedi. Yumuşacık patileriyle serçelerin peşinden koşmayı yeğledi. Ben de Kara Taş’a anlattım. Taş, taş gibi sustu ve dinledi. Hiç soru sormadı. Bu durumu çok sevmiştim. O günden sona rüyalarımı Kara Taş’a anlatmaya başladım. Soru sormadığı için tümcelerim pıtır pıtır damlayan su gibi sürekli çoğalıyordu. Kara Taş, sırdaşım olmuştu. Yalnızca rüyalarımı değil, içime doldurduğum onca şeyi sabırla alıp saklıyordu? Sessiz kedileri, gürültücü köpekleri, yürüyüşlerine hayran olduğum atları, emektar öküzleri, sevme duygusunu öğrendiğim kuzuları, yaprakları dalında yiyen keçileri de anlatıyordum.

Çekemediği yükün altında daha fazla dayanamayıp olduğu yere yığılan, kalkması için burnundan ve gözlerinden kan gelinceye değin kamçıyla dövülen Hıştik’i, onun acısına dayanamayıp acı içinde böğüren Toraman’ı burnumun içi sızlayarak anlatıyorum. Burnun sızlaması, gözyaşından daha acıymış. Bunu söğüt ağacı söyledi. Ben Kara Taş’la konuşurken o, arada lafa giriyordu. Acı, gözyaşı ve sözcük doğurma yeteneğine sahip değilmiş. Söğüt ağacı hiç bilmediğim şeyler mırıldanıyor. Benim gibi o gün Toraman’ın da burnu sızlamış olmalı. Yoksa öyle böğürür müydü? Böğürtüsü, toprağı sarsıyordu. Biz de onları öküz diye aşağılıyoruz.

Kara Taş’a rüyalarımı, yaşadıklarımı ve gördüklerimi anlatırken aslında farkında olmadan çok şey öğreniyordum. İnek, koyun ve keçilerin sütleri arasındaki renk farkını, tadını, yağ oranını, incelik ve kalınlığını, tatbilir (gurme) gibi anlayabiliyordum.

Danaların, oğlakların ve kuzuların iştahla annelerinin memeleri emerken ağızlarının kenarından çenelerine doğru akan sütün -süt beyazı köpüğünü- parmağımla alıp yaladığım anlarda hissettiğim coşkuyu, hiçbir şey hissettirmiyordu.

Çayırların daha temiz bir havada yaşamak olduğunu, ekinlerin yeni bir kitapla ya da yeni bir insanla karşılaşmak gibi merak uyandırdığını da öğreniyordum.

Omzundaki askının iki ucunda sallanan kovalarla su getirmek için çeşmeye giden ve kendini oyunun sihrine bırakıp, saatlerce eve dönmeyen ablamın buz tutan nehirde kayarken attığı kahkahaları duyduğumda ürperirdim. Tutkularını yaşayan insanların çok cesur olduklarını ve cesaretin bedelini fazlasıyla ödediklerini, günümü yakan acı çığlıklara kulaklarım kapatarak dayanıyordum.

Su kuyusunun içine eğilip baktığımda yüzümün kül gibi olduğunu, öfkeyi, neşeyi, kini, sevgiyi, coşkuyu nasıl sildiğini, bu duyguların suda neden yok olduğunu bir türlü kavrayamıyordum? Kara Taş yalnızca dinliyordu. Söğüt ağacı ise bazen yapraklarına acı düşmüş gibi titriyordu. 

Kuyudan su çeken ablamı kandırıp, kuyunun ağzına kadar inen mancınığın tepesine ata biner gibi tutunup bulutlara doğru yükselirken ürpersem de korkumu kimseye sezdirmiyor, kendime saklıyordum. Mancınığın tepesinden aşağıya kayarken ablama gökyüzüyle konuştuğumu coşku içinde anlatıyordum. Benim coşkumdan mı, yoksa ablamın kahkahalarından mı, ablamın twistelbisesinin etekleri neşeyle doluyordu?

Hayvanlar tuz yalasın diye evin bahçesinde bir lahit duran ve kimsenin hikâyesini bilmediği benim sırdaşım Kara Taş’ta namaz kılan dedemin yüzü, çoğunlukla fırtınaya tutulan Aras Nehri gibi çalkantılı olurdu.

Bana: “Günün ya başındasın ya sonunda. İfrat ve tefrit gibi. Gün ortasında durmayı, orada nefeslenmeyi ne vakit öğreneceksin?” dediğinde, söylediklerini Kara Taş’ın görmediğim sayfalarından mı okuyor diye düşünüp sonra da düşündüklerime muzipçe gülerdim. Gözlerini çoğu zaman taşın ince damarlarından ayırmadığı gibi parmak uçlarıyla da  sanki bir şeyler arardı.

Dedemin karşısında oturmaktan hep huzursuz olurdum. Ayrıntılarda dolaşmayı severdi. Ayrıntıların önemli olduğunu kavradığımda ben de çoktan ayrıntı canavarı olmuştum. Belki de dedeme öykünüyordum. Kuytu köşelere saklanıp kimseye çaktırmadan leylekleri izlediğim gibi dedemi de izliyordum.

Annem: “Aslında namaz kılmıyor, Tanrı’nın yeraltına gömdüğü soruların cevabını arıyor.” dediğinde, ben çoktan kurup kurup sildiğim hayallerimin peşinde koşuyordum. Çocuktum ve dünyanın bana ait olduğundan emindim.

Yaşadıklarımı bu kadar net hatırladığıma Kara Taş ve söğüt ağacı şaşırmıyor ama kardeşim şaşırıyor. Ben de onun neden şaşırdığına şaşırıyorum. Unutmanın inkârla yer değiştirdiğini, bu inkârla geçmişin çoğu zaman ölümcül bir sükûnete dönüştüğünü kavramam, söğüt ağacını dinleyince hiç de zor olmuyor. 

Tavuk etini yılda birkaç kez anca yerdik. Tereyağında nar gibi kızaran etin ve yağın kokusu ağzımızı sulandırırdı. Bakır sahanın içinde sofraya konulan et, herkese eşit oranda pay edilirdi. Daha bir lokma almadan ağabeyim, açgözlülük ve şaklabanlıkla eti ona satmam için sevgi gösterisinde bulunurdu. Çok para vereceğini söylerdi. Çok para neydi, bilmiyordum? Ete hiç dokunmadan gönülsüzce ağabeyime verirdim. Avucuma bıraktığı demir parayla rüzgâra tutunmuş gibi bakkala koşardım. Omuzlarımdaki hayal kırıklığının ağırlığı ve pişmanlıkla ayaklarımı sürüyerek eve dönerdim. İki şeker alacak kadar elime sıkıştırılan parayı alan bakkal, kırmızı şekerleri tezgâhın üzerine gelişi güzel atardı. Döndüğümde sofra çoktan toplanmış, yemek bitmiş olurdu. Ben, yutkuna yutkuna şeker ve ekmek yerdim.

Ağabeyim, gülerek: “Nasıl, güzel mi şekerler?” diye sorardı. Gözlerimi yerden kaldırmadan susardım: “Somurtma, somurta da kalk bana su getir!” derdi.

Artık tavuk eti yiyemez olmuştum, bedenim reddediyordu, kusacak gibi oluyordum. Tavuk eti yiyen birini gördüğümde; bakır sahan, yer sofrası, kırmızı şekerler, zihnimden silemediğim bir film karesi gibi gözlerimin önüne seriliyor. Kalbim, anlamadığım bir şeyler söylüyor. Kara Taş’a bakıyorum o gene susuyor. Ben de saklambaç oynuyorum. Görünmez bir yer arıyorum. Öküzler acımasızca dövülürken boğazıma düğümlenen tükürükle boğulma tehlikesi geçirdiğim zaman derin derin nefes alarak kendime gelmiştim. Üzüldüğüm zamanlarda o günü anımsayıp, öküzleri düşünüyorum. Benim üzüntüm, onların yaşadıklarının yanında ne ki?..

Annem takvim yaprağını her gün düzenli bir şekilde yırtıp, parçalarını çöpe atıyor. Sanki takvim yaprağını değil de yaşadığım günü ve ondan geriye kalan bütün anılarımı ve hafızamı yırtıyor. Parçaları çöpten alıp birleştiriyorum ve yazdığım notlara bakıyorum ama ağlamıyorum.

Buzla kaplı nehrin suyunda bekletilen ellerimdeki cetvel izlerinin acısını söğüt ağacına yaslanınca daha derinden hissediyorum. Daha önce de bacaklarıma cetvelle vurmuştu. Önce kırmızı, sonra mor, ardından sarıya çalan bacak rengimi anımsadıkça; öğretmenimi neden öldürmediğimi düşünmeden edemiyorum.

Sakladığım takvim yapraklarına bakıyorum. Babam, kumar parasını vermediği için oturduğum sıranın üzerindeki kitap ve defterlerimi yere atıp, saçlarımı avuçlayıp alnımı defalarca sıraya vuran, ağzımdan burnumdan kan gelinceye değin döven öğretmenimi düşündükçe mideme bıçak saplanıyor. Eti senin, kemiği bizim… Annem, babam ve de dedem… Kimse ses çıkarmıyor. 

Babam öğretmenime taze yumurta gönderiyor. Yaptıklarını onaylar gibi. Yumurta sepetini kapıyı açan öğretmenimin gözleri önünde ters çeviriyorum. Yüzündeki şaşkınlığa ve kızgınlığa aldırmadan kırık yumurtaların üzerinde öfkeyle zıplıyorum. Tazı gibi hızlı koştuğumu bilen öğretmenim arkamdan gelmeyi göze alamıyor.

Teneffüslerde dali oynardık. Benim seçildiğim takım her zaman oyunu birincilikle bitirirdi. Rüzgârla yarıştığımdan, top bana yetişemezdi. Ders zili çalmasına rağmen diğer takım beni vurmak için topu arka arkaya savurup oyuna devam etmek isterdi. Bizi izleyen öğretmen dayanamaz karşı takımda yer alırdı. Gözlerindeki ateşin aleviyle beni sobeleyeceğini hayal ederdi.

Dinmeyen öfkesinin nedeni, babam ve üstünde zıplayarak ezdiğim yumurtalardı. Beni avlamak için topu hınçla eline alır, bütün sınıf nefesini tutarak beklerdi. Hızıma top yetiştiremeyen öğretmen, sonunda pes etmek zorunda kalırdı. Oyunu kaybeden taraf üzülmezdi. Bilirdi ki kurada Tazı kime çıkmışsa, günün şampiyonu da o takım olurdu.

Kara Taş’a anlatacağım o kadar çok şey var ki söylesem inanmazsınız. Ayrıca, söğüt ağacıyla hasret gidermek, leyleklerin yavrularını izlemek istiyorum. Doğduğum topraklara yeniden ayak basmak, suç ve ceza mahallini yıllar sonra da olsa yerinde görmek ve incelemek beni acayip heyecanlandırıyor. Ana ve babanın evinin suçun ve cezanın ilk tohumlarının atıldığı zehirli bir toprak olduğunu sonradan öğrendim. Geçmişin bütün acıları ve sırları aslında orada saklıymış. Hayatın bütün gizemi, ebeveynlerin kalbinde ve ilk ayak bastığımız topraklarda gömülüymüş. Bunları, gizlerin düğümlerini sabırla çözdükçe şaşırarak öğreniyorum. Bu arada toprağın işinin de bir bakıma çok zor olduğunu söylüyor söğüt ağacı. En zor kaderi insan yavrusu için yazmış, öyle diyor söğüt ağacı.

Kara Taş ve söğüt ağacının dışında, yakınımda ve uzağımda artık kimsecikler yok. Leylekler gitmiş. Boz kediyle alaca köpek de yok.

“Yeraltının öfkeli damarından fışkırmış, huzursuz bir ruh” olduğumu söyleyen dedeme, söğüt ağacı, salına salına gülüyor. Kara Taş derin bir suskunluk içinde yüzeyindeki yeni izleri, güneşin altında demlene demlene derinleştiriyor.

Cloud.jpg

Mırıldanmalarım

Meral KUTLUĞ

 -40.jpg

        Koskoca Müdür

Gonca BORÇA

Cloud.jpg

    Ayrılık

Emine AYDOĞDU

memories.jpg

Sararmış Bir Fotoğraf ve Altı Çizili Kelimeler

Fatma ALTUN

feshetmek
bottom of page